23 Haziran 2014 Pazartesi

3 Days to Kill

2014 yapımı 3 Days to Kill filminin yönetmenliğini McG (ya adamın isminde eksik bir şeyler var ya da hava atıyor), senaristiğini Adi Hasak ve Luc Besson yapmış. Luc Besson’u Leon the Professional ve Taken: İstanbul filmlerinden tanıyoruz. Taken filmini günahım kadar sevmesem de, bu filmden özellikle bahsetmemin bir sebebi var. O da, Luc Besson’ın Türkler hakkında zerre bir şey bilmediği... yazının devamında ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Ethan renner (Kevin Costner) - kendisi eski bir CIA ajanı olur- sadece küçüklüğünü hatırladığı kızı Zooey’nin hayatına, bayağı yaşlanmış bir şekilde ve bol öksürükle -ama  yine karizmatik- peşinde de  Vivi Dalay(Amber Heard) gibi bir ateşli ajan varken giriş yapar. Emekli ajanımız hasta olduğunu öğrendiğinde kızıyla kaybettiği zamanları telafi etmek ister. Fakat Vivi ona bir teklifle gelir, bu teklif onun ikinci şansı olabilir mi? Gerçi bir ajan o kadar uzun süre yaşadıysa kaçıncı ikinci şanstır o:D  Fimimizde bonus olarak bir Türk tiplemesi var, üstelik 40 saniyeden fazla gözüküyor -adı Mitat Yılmaz. Kendisini oynayan adam Marc Andréoni adında bir Fransız ama olsun artık, bize gönderme yapmışlar. Ne bize gönderme mi yapmışlar? Oha filmde Türk adı geçiyormuş. Yuh, bize göndermişler...
Ehehe.
Film boş zamanınız varsa, kendinizi yormak istemiyor az güleyim biraz da aksiyon olsun diyorsanız izleyebileceğiniz bir film.  Ben Kevin Costner’ı sevmem, ancak bu filmde yaşlılık ayrı bir çekicilik katmış adama, sevmeyenlerin şans vermesi gerektiğini söyleyebilirim. Baba figürü hoşuma gitti.  Amber Heard’a da dibim düştü, gözlerim şenlendi. Zooey derseniz tam bir Türk kızıydı, bu ara bu mu moda acaba?  Cast seçimi yerli yerindeydi.  Türk abimiz her ne kadar Arap havasında olsa da alıştık. Luc Besson’ın Taken filminde de Osmanlı’dan arta kalan saçma sapan bir yer olarak resmedilmişti İstanbul, o yüzden bu filmde de Arap muamelesi görmek çok şaşırtmıyor. Zaten cahil Hollywood’a kalsa, biz ya hep Arap’ız ya da buralar hala hep Osmanlı. Bir Hollywood bir de hükümet Osmanlı’nın artık var olmadığını anlayamıyor.
Kısacası film bana  eskiden de Kanal D’de yayınlanan ikinci sınıf kalite hafif eğlenceli aksiyon filmlerini hatırlattı. Ben onları çocukluğumda manasızca nasıl seviyorduysam bunu da sevdim.
İyi Seyirler...
D.

17 Haziran 2014 Salı

The Wolf of Wall Street

The name of the game, moving the money from the client's pocket to your pocket.
Oyunun adı, parayı müşterinin cebinden alıp, kendi cebine sokmaca.
Mark Hanna
The Wolf of Wall Street
The Wolf of Wall Street, Scorsese – DiCaprio ortaklığı sonucu ortaya çıkan 180 dakikalık upuzun bir film. Jordan Belfort adlı bir borsacının otobiyografisinden esinlenilerek senaryolaştırılan filmin kadrosunda DiCaprio’nun yanı sıra Jonah Hill, Matthew McConaughey, Margot Robbie bulunuyor.
Film Jordan Belfort isimli fakir ama gururlu bir gencin borsa dünyasında zengin bir züppeye dönüşmesini konu alıyor. Parayı bulup bozan adam klişesi burada da kendini gösteriyor. Ama gösteriş kısmı çok canlı. Pornografi konusunda spartaküsle yarışırdı, görsel olarak doyduk diyebiliriz.
Adamlar filmi çekerken çok eğlenmişler, ancak seyirciyi pek hesaba katmamışlar galiba. Yan koltukta sevgilinizin gözü dört dönerken ‘whore classification’a sahip çeşitli fahişeleri seyretmek biraz garip olabilir. Alışırsınız. 3 saat nasılsa. Alıştıktan sonra sadece sahnelerin bir estetiğinin olmaması sizi rahatsız edebilir. Onu da sallayın artık.
Filmdeki sahnelerin çoğu, izleyiciyi sıkabilecek kadar uzun. Borsacılar bir araya gelip o kadar boş konuşuyor ki, bazen ipin ucunu kaçırdık. Neden bahsettiklerini kendileri bile bilmiyor olabilirler. Ne var ki ortam hep canlı. Ofis ortamında çalışanlar arasındaki o enerji, kalabalık gürültü, yer yer eğlenceli olsa da, sahneler uzayınca yorucu oluyor.
İnsanlara, siz eğlenmiyorsunuz, bakın böyle dünyalar da var, diye gaza getirme amaçlı yapılmış film sanki Leonardo DiCaprio’nun kendi dünyasını anlatıyor.
Filmin en eğlenceli sahnesi Matthew McConaughey’in –nasıl tarif edeceğimizi de çözemedik ama- ağıt yakma konseptli geğirme sahnesiydi. Ehe. Biz bile sahnede dumur olduk, Robert Belfort ne hissettiyse onu hissettik:
Top 250’de 113. sıraya yerleşen filmin en iyi aktör, en iyi yardımcı oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi film olmak üzere Oscar’a beş adaylığı,  toplam 25 ödülü bulunmakta. 
B. & D.


8 Haziran 2014 Pazar

Big Fish

The Biggest Fish in the river gets that way by never being caught.
Göldeki en büyük balık hiç yakalanmadığı için büyüktür.
The Witch
Big Fish
It was that night I discovered that most things you consider evil or wicked, are simply lonely, and lacking in the social niceties.
O gün gördüm ki, şeytani veya kötü olarak nitelendirdiğimiz çoğu şey, aslında yalnız ve incelikten yoksun.
Edward Bloom
Big Fish
Daniel Wallace’ın Big fish: A Novel of Mythic Proportions isimli kitabından uyarlanan filmin yönetmenliğini Tim Burton yapmış. Film Ewan McGregor (her filmden bir bu adam bir de michael j fox çıksa bıkmadan izlerim), Albert Finney, Billy Crudup, Jessica Lange, Helena Bonham Carter (aman hiçbir Tim Burton filminden eksik olma), Matthew McGrory, Steve Buscemi ve Danny DeVito gibi güçlü oyuncuları kadrosunda barındırıyor. Aslında Marion Cotillard’ı da yazacaktım ama hatun Batman’de öyle kötüydü ki, tüm saygımı yitirdi. Neyse hadi, bu filmde o kadar göze batacak bir performans sergilemesi gerekmiyordu zaten, iyiydi iyi.
Artık yetişkin bir adam olan Will Bloom’un, hala babasını tanıyamamış olmasını konu alan film, içinde pek çok hikaye barındırıyor. Edward Bloom’un yaşadığı olayları fantastik bir dille anlatmasını izlerken, aynı zamanda dev bir adamın dışlanmışlığını (gerçek hayatta da devmiş bu adam, utanarak söylüyorum ki ben makyajını çok kötü yaptıklarını düşünmüştüm), dünyadan kopmuş bir kasabanın hikayesini, nasıl aşık olduğunu dinleyeceksiniz onun ağzından. Her ne kadar oğlu inanmasa da, ben anlattıklarına inanmak istedim, inandım da aslında. Zaten anlatılan tüm karakterler gerçek, yalnızca biraz daha masalsılar.
Müzikleri de sağolsun, film insana huzur ve umut veriyor. İnsanı suratında anlamsız bir gülümsemeyle bırakıyor. Yalın ve çok fazla şey gerçeklesse dahi sizi yormadan ilerliyor. Her repliği ayrı güzel, hani biz yukarıya filmden replikler yazıyoruz ya, al bu filmin repliklerini hepsini döşe yukarıya.
Filmde de söylendiği gibi gerçek bir öyküyle, içinde bir balık ve bir nikah yüzüğü geçen bir öykü arasında bir seçim yapmak gerekirse, ben de abartılı olanı seçerdim. Çünkü sihirli ve gerçekliğin sıkıcılığından uzak olan o. 
Filmin Akademi de dahil olmak üzere 36 adaylığı var ve ne yazık ki ödül kazanmışlığı yok. Gönüllerin şampiyonu Big Fish’in müziklerini Danny Elfman yapmış.
B.




4 Haziran 2014 Çarşamba

Mary & Max

People like to believe in God ‘cause it answers difficult questions, like where did the universe came from, do worms go to heaven, and why do old ladies have blue hair.

İnsanlar Tanrı’ya inanmayı seçiyor, çünkü Tanrı evrenin nasıl oluştuğu, solucanların cennete gidip gitmediği ve yaşlı hanımların neden mavi saçlı olduğu gibi zor soruları yanıtlıyor.
Max
Mary & Max
Mary ve Max, Adam Elliot’un yazıp yönettiği 2009 yapımı stop motion bir animasyon film. Haftada 2,5 dakikalık bölümler çekilerek 13 ayda tamamlanan film, Adam Elliot’ın ilk uzun metraj animasyonu.
Herkesin yalnızlıktan muzdarip olduğu bir dünyada 8 yaşında bir kız çocuğuyla, 44 yaşında bir adamın deniz aşırı arkadaşlığını anlatan film, izleyebileceğiniz en depresif filmlerden olabilir. Şirin gözükmesine aldırmayın yani. Ara ara tebessüm ettirse de her dakikasından yalnızlık akınca –her ne kadar Max’in beyni gülse de, benim beynim kan ağladı.
Max ve Mary her ne kadar farklı nesillerin ve kıtaların insanları olsalar da birbirlerine çok benziyorlar. Bir kere ikisi de insanlarla nasıl iletişim kurulacağını bilmiyor. Hadi Max asperger falan da bilmiyor, Mary sabisinin anası babası var yanında,  yine de sahipsiz kızım. Max, Mary’ye sorunlarıyla nasıl başa çıkacağını ve kendini sevmesini öğretiyor. Mary de hep bir arkadaş istemiş olan Max’e, uzaklardan can yoldaşı oluyor, yalnızlığını bir nebze olsun gidermeye çalışıyor.
Max'in kurduğu cümlelerden bir kitap olur. Adamın kendine özgü bir hayat görüşü ve bebeklerin nereden geldiğine dair değişik fikirleri var. Kendi yağında kavrulup giden, kendini sesli ifade edemeyen bir bilge mübarek. Mary de hep yaşından beklenmeyecek olgunlukta davranışlar sergiliyor (anası olacak cadolozdan daha olgun en azından), günümüz ergenleri baksın da azıcık feyzalsın (bir ara ergene bağlıyor tabii ama ergenlik çağı gelince elden ne gelir? En azından ergenlikten çıkmasını biliyor).
Dikkatli izlenirse film, bünyesinde enteresan ayrıntılar barındırıyor. New York ve Avustralya arasındaki farkı renkleriyle anlatmak yaratıcı bir düşünce. Detayları buraya yazmayacağım, zira hala spoiler butonunu nasıl yerleştireceğimizi bulamadık!
Filmin dört adet ödülü bulunmakta. Akademi Ödüllerine aday olmamış ama! Akademiyi çok sevdiğimizden değil ama hakikaten mahalle düğününe döndü artık. Neyse Adam Elliot’un 2003 yapımı Harvy Krumpet adlı yine stop motion olan kısa animasyondan bir adet Oscar kazanmışlığı olduğunu belirteyim.
Buyrunuz azıcık Que Sera Sera: 
(Filmden bir sahne barındırıyor, izleyip izlememek size kalmış)
B.

3 Haziran 2014 Salı

Les Triplettes de Belleville


Iyyyh, yemekte kurbağa çorbası var! Fransız mutfağından taze taze...
Les Triplettes de Belleville, 2003 yapımı bir Fransız animasyonu. Yönetmenliğini ve senaristliğini yapan Sylvain Chomet, çirkin karakterleri bir araya getirerek ortaya çok tatlı bir iş çıkarmış. Animasyon, pek amacı olmayan torun Champion, en büyük emeli torununun mutluluğu olan babaanne Madame Souza, eski günlerinde çok sükse yapmış üç şarkıcı kardeş, trenlere trip atan bir köpek, hamburgerler, çorbadan kaçan kurbağalar, şekilden şekle girebilen dalkavuk garsonlar ve yaratıcı bir mafya gibi renkli karakterlere sahip. Hele o babaanneye (siz anneanne de diyebilirsiniz, hangisi daha sempatik geliyorsa) can kurban! 
Hayattan bezmiş torununun her işiyle ilgileniyor hatun. Oysa bu çocuk küçükken nasıl tatlıydı, bisiklet resimlerine bakıp bakıp hayal kurardı. Şimdi acayip bacak kaslarıyla birlikte, bir köpekten daha ruhsuz bir şekilde hayatta kalsam yeter mantığıyla yaşayıp gidiyor gibi gözüküyor. Gerçi filmde herkes bir şekilde mutsuz ve yalnız gözüküyor.
Filmin konusu, torunuyla bisiklet turuna katılan bir babaannenin dramı şeklinde özetlenebilir. Siyah giyen adamlar torununu kaçırıyor, torununa kıyasla daha enerjik ve genç duran babaanne de onu bulabilmek için kendini ve hayalperest köpeğini seferber ediyor. Eskilerin şarkı söyleyip dans eden bir grubu olan Belleville üçüzleri de, onlara yardım ediyor.
Filmin çizimleri çok orijinal. Disney'in ya da animelerin sunduğu güzellikten uzak, abartılı bir çirkinlik sunuyor, ama bu çirkinliği sevdirmeyi başarıyor. Film, ara ara kültürel klişelerden de dem vuruyor. Fransızlar her bulduklarını yerler, sonra da bunu ama bizim mutfağımız var, diyerek savunurlar. Kurbağalı mutfak mı olur be? Pis... Aynı şeyi Çinliler yapınca öğk, kaka!
Azıcık Fransızca duyayım diye, çizimlerinin cazibesine kapılıp atladığım bu filmde hiç Fransızca konuşulmayacağını sanırım ilk yarım saat sonra fark ettim. Neredeyse hiç konuşmanın bulunmadığı film hakkında yönetmen Sylvain Chomet şunları söylüyor: "Tüm gün animasyon üzerinde çalışıyorsunuz, bir kere çizgilerin hareket ettiğini gördünüz mü, sihirli an o an işte ve o anda ses yok." 
Les Triplettes de Belleville'in Oscara iki adaylığı ve bu ödülleri Kayıp Balık Nemo'ya kaptırmışlığı var. Kazandığı 20 ödül bulunmakta.
Filmde hiç replik bulunmayabilir, ancak müzikler hayli güzel.
B.