Machines
never come with any extra parts, you know.
They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big
machine, I couldn’t be an extra part. I had to be here for some reason.
And
that means you have to be here for some reason, too.
Makineler yedek parçalarıyla gelmiyorlar. Ne kadar
parça gerekiyorsa onunla geliyorlar. Ben de düşündüm ki, eğer dünya büyük bir
makineyse, ben yedek parça olamam. Burada olmamın bir sebebi olmalı.
Bu demektir ki, senin de burada olmanın bir sebebi
var.
Hugo
Cabret
Hugo
Brian Selznick’in “The Invention of Hugo Cabret”
isimli kitabından sinemaya uyarlanan Hugo’nun yönetmen koltuğunda The Departed, Shutter Island, Goodfellas filmlerinin
de yönetmenliğini üstlenmiş Martin Scorsese oturuyor. Filmin oyuncu kadrosunda,
Asa Butterfield, Sir Ben Kingsley, Christopher Lee, Sacha Baron Cohen, Chloe
Grace Moretz, Helen McCrory ve azıcık da Jude Law var. 1930ların Paris’inde
geçen film, babası bir yangında kaybetmiş Hugo’nun, tren istasyonundaki
saatleri gizlice kurarken bir yandan da, babasından yadigar kalan otomatı tamir
etmeye çalışırken başına gelenleri konu alıyor.
Film görsel olarak bir harika, keşke 3D
izleyebilseydim, eminim çok daha büyük bir keyif alırdım. Lakin akış yer yer
yavaşlıyor ve konu Hugo’dan uzaklaşarak otomata ve Georges Melies’e kaymaya
başlıyor. Georges Melies sinemanın ilk dönemlerinde film yapmaya başlayan
başarılı bir öykülü film yapımcısı. Yüzlerce film üretmiş. Film, Georges
Melies’in hayatını Hugo Cabet’in hayatıyla birleştiriyor.
Bu da otomat. Hugo bununla birlikte kalıyor. Ben ilk gördüğümde ödüm patlamıştı da...WTF?!
Bir takım tutarsızlıklar yok değil... Örneğin,
babasını çocuk yaşta kaybetmiş olan Hugo’ya, Georges’in ettiği, “Sen bu tarz
acıları anlayamazsın,” lafı... Çocuk daha ne tarz bir acıyı anlasın, sen alt
tarafı sinemaya küsmüşsün. Gerçi adamcağız hayallerine küsmüş bu da büyük bir
acı ola gerek ama küçücük sabiye öyle davranılır mı? Kaç yaşında adamsın yahu.
Ayrıca niye bir esrarengiz tavırlar takınıyorlar onu
da anlamadım. Georges’in eşi Jeanne sanki dünyanın en büyük sırrını omuzlarında
taşıyor. Bir kere otomatın çizimlerini, Hugo’nun not defterinde gördünüz, insan
bir sormaz mı, nedir ne değildir diye. Ondan sonra Hugo hırsız, Hugo kötü...
Adama yaşından beklenmeyecek bilgelikte laflar yazmışlar, kızın karşısında
bülbül gibi şakıyor ama Georges’e gelince iki kelimeyi bir araya getirip neden
not defterini geri istediğini falan açıklamıyor. Pıft. Şaka şaka... Hugo
candır. Bunu en iyi Tolga Abi bilir :P
Jude Law bir iki dakika mı ne göründü, ama iyi
göründü. Bu adamdan bahsetmeseydim içimde kalırdı.Sadece ölümünün anlatıldığı
sahnede çıkan yangın, bu ne la, dedirtti. Zira film daha önce de bahsettiğim
gibi görsel bir şölen. Görüntü yönetmeni Django Unchained, Shutter Island gibi
filmlerin de görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Robert Richardson’mış. Yerim. :P
Hugo’yu canlandıran oyuncu Asa Butterfield (bu ne
biçim soyad yea) bu kadar yetenekliyken, Chloe Grace Moretz’in devamlı
kameralara oynar gibi ağzını şekilden şekile sokması sinir bozucuydu biraz. Bir
süre sonra onu görmezden gelmeye başladım zaten. Christopher Lee (Sarumaaan –değil
tabii ağırbaşlı, kötülükle ilgisi olmayan bir kütüphaneci) ise toplasanız on
dakika falan gözüküyordur ama arkadaş adamda ne ses var, Chloe ekrandayken
telefonu açıyordum, bu adamın sesini duymamla dikilmem bir oldu. Bu kızın başka
bir filmini izlemedim ama düzelmiş herhalde, hakkındaki yorumlar bayağı iyi.
Hugo’nun gözünden ara sıra tren istasyonunda
olanları izledik. İstasyon Şefi’nin kötü bir adam gibi gösterilmesi, bir hatuna
aşık edilip sempatikleştirilmesi ama inatla Hugo’yu yakalamak istemesi, sonra
bir anda şefkatli bir adama dönüşmesi falan, olum film bir buçuk saat olursa
çok kısa olur diye mi düşündünüz de inatla Hugo’yu buna kovalattınız. Hayır,
sonu bir yere de varmadı. Ayrıca bu adamı Sacha Baron Cohen oynuyormuş. Aylayktumuvitmuvit.
Bir de Harry Potter’dan Mr. Dursley ve Madam Maxime
de vardı -filmdeki isimlerini bilmiyorum, ama onların da hikayeye katkısı istasyon şefine, sen ne yapıyorsun, dercesine bakmaktan ileri gidemedi. Ama çok tatlılardı. Mr. Dursley bile tatlıydı, oha!
O kadar eleştirdim ama film gerçekten çok güzel. Bir
kere sinemanın ilk zamanlarını anlatması ve o zamanlar filmlerin nasıl
çekildiğinden bahsetmesi açısından çok iyi. Georges Melies’i tanıtması ve ona
saygı duruşunda bulunması da çok güzel. Hafif bir steampunk kokusu alınıyor, özellikle
ilk başlarda. Müzikleri Howard Shore yapmış, güzel olmasa ayıp olur zaten. Ara
sıra güldürüyor (istasyon şefini o kadar eleştirdim ama güldürüyor), Hugo’nun
içten ettiği laflar sayesinde bazen de ağlatabiliyor. Görsellikten bahsetmiş
miydim? :P
Filmimiz 5 Oscar, 1 Golden Globe, 1 Bafta dahil olmak üzere 53 ödül kazanmış.
Bu filmi izleyin ya... Çok tatlıydı :)
B.
B.