21 Eylül 2014 Pazar

Hugo

Machines never come with any extra parts, you know.  They always come with the exact amount they need.  So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn’t be an extra part. I had to be here for some reason.
And that means you have to be here for some reason, too.
Makineler yedek parçalarıyla gelmiyorlar. Ne kadar parça gerekiyorsa onunla geliyorlar. Ben de düşündüm ki, eğer dünya büyük bir makineyse, ben yedek parça olamam. Burada olmamın bir sebebi olmalı.
Bu demektir ki, senin de burada olmanın bir sebebi var.
Hugo Cabret
Hugo
Brian Selznick’in “The Invention of Hugo Cabret” isimli kitabından sinemaya uyarlanan Hugo’nun yönetmen koltuğunda The Departed, Shutter Island, Goodfellas filmlerinin de yönetmenliğini üstlenmiş Martin Scorsese oturuyor. Filmin oyuncu kadrosunda, Asa Butterfield, Sir Ben Kingsley, Christopher Lee, Sacha Baron Cohen, Chloe Grace Moretz, Helen McCrory ve azıcık da Jude Law var. 1930ların Paris’inde geçen film, babası bir yangında kaybetmiş Hugo’nun, tren istasyonundaki saatleri gizlice kurarken bir yandan da, babasından yadigar kalan otomatı tamir etmeye çalışırken başına gelenleri konu alıyor.
Film görsel olarak bir harika, keşke 3D izleyebilseydim, eminim çok daha büyük bir keyif alırdım. Lakin akış yer yer yavaşlıyor ve konu Hugo’dan uzaklaşarak otomata ve Georges Melies’e kaymaya başlıyor. Georges Melies sinemanın ilk dönemlerinde film yapmaya başlayan başarılı bir öykülü film yapımcısı. Yüzlerce film üretmiş. Film, Georges Melies’in hayatını Hugo Cabet’in hayatıyla birleştiriyor.
Bu da otomat. Hugo bununla birlikte kalıyor. Ben ilk gördüğümde ödüm patlamıştı da...WTF?!
Bir takım tutarsızlıklar yok değil... Örneğin, babasını çocuk yaşta kaybetmiş olan Hugo’ya, Georges’in ettiği, “Sen bu tarz acıları anlayamazsın,” lafı... Çocuk daha ne tarz bir acıyı anlasın, sen alt tarafı sinemaya küsmüşsün. Gerçi adamcağız hayallerine küsmüş bu da büyük bir acı ola gerek ama küçücük sabiye öyle davranılır mı? Kaç yaşında adamsın yahu.
Ayrıca niye bir esrarengiz tavırlar takınıyorlar onu da anlamadım. Georges’in eşi Jeanne sanki dünyanın en büyük sırrını omuzlarında taşıyor. Bir kere otomatın çizimlerini, Hugo’nun not defterinde gördünüz, insan bir sormaz mı, nedir ne değildir diye. Ondan sonra Hugo hırsız, Hugo kötü... Adama yaşından beklenmeyecek bilgelikte laflar yazmışlar, kızın karşısında bülbül gibi şakıyor ama Georges’e gelince iki kelimeyi bir araya getirip neden not defterini geri istediğini falan açıklamıyor. Pıft. Şaka şaka... Hugo candır. Bunu en iyi Tolga Abi bilir :P
Jude Law bir iki dakika mı ne göründü, ama iyi göründü. Bu adamdan bahsetmeseydim içimde kalırdı.Sadece ölümünün anlatıldığı sahnede çıkan yangın, bu ne la, dedirtti. Zira film daha önce de bahsettiğim gibi görsel bir şölen. Görüntü yönetmeni Django Unchained, Shutter Island gibi filmlerin de görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Robert Richardson’mış. Yerim. :P
Hugo’yu canlandıran oyuncu Asa Butterfield (bu ne biçim soyad yea) bu kadar yetenekliyken, Chloe Grace Moretz’in devamlı kameralara oynar gibi ağzını şekilden şekile sokması sinir bozucuydu biraz. Bir süre sonra onu görmezden gelmeye başladım zaten. Christopher Lee (Sarumaaan –değil tabii ağırbaşlı, kötülükle ilgisi olmayan bir kütüphaneci) ise toplasanız on dakika falan gözüküyordur ama arkadaş adamda ne ses var, Chloe ekrandayken telefonu açıyordum, bu adamın sesini duymamla dikilmem bir oldu. Bu kızın başka bir filmini izlemedim ama düzelmiş herhalde, hakkındaki yorumlar bayağı iyi.
Hugo’nun gözünden ara sıra tren istasyonunda olanları izledik. İstasyon Şefi’nin kötü bir adam gibi gösterilmesi, bir hatuna aşık edilip sempatikleştirilmesi ama inatla Hugo’yu yakalamak istemesi, sonra bir anda şefkatli bir adama dönüşmesi falan, olum film bir buçuk saat olursa çok kısa olur diye mi düşündünüz de inatla Hugo’yu buna kovalattınız. Hayır, sonu bir yere de varmadı. Ayrıca bu adamı Sacha Baron Cohen oynuyormuş. Aylayktumuvitmuvit.
Bir de Harry Potter’dan Mr. Dursley ve Madam Maxime de vardı -filmdeki isimlerini bilmiyorum, ama onların da hikayeye katkısı istasyon şefine, sen ne yapıyorsun, dercesine bakmaktan ileri gidemedi. Ama çok tatlılardı. Mr. Dursley bile tatlıydı, oha!
O kadar eleştirdim ama film gerçekten çok güzel. Bir kere sinemanın ilk zamanlarını anlatması ve o zamanlar filmlerin nasıl çekildiğinden bahsetmesi açısından çok iyi. Georges Melies’i tanıtması ve ona saygı duruşunda bulunması da çok güzel. Hafif bir steampunk kokusu alınıyor, özellikle ilk başlarda. Müzikleri Howard Shore yapmış, güzel olmasa ayıp olur zaten. Ara sıra güldürüyor (istasyon şefini o kadar eleştirdim ama güldürüyor), Hugo’nun içten ettiği laflar sayesinde bazen de ağlatabiliyor. Görsellikten bahsetmiş miydim? :P
Filmimiz 5 Oscar, 1 Golden Globe, 1 Bafta dahil olmak üzere 53 ödül kazanmış.
Bu filmi izleyin ya... Çok tatlıydı :)
B.