2 Aralık 2015 Çarşamba

Last Night

Son Gece

Bu film güzel.
Böyle başlanır mı yoruma demeyin.  Aklıma gelen bu, ‘güzel’. Var mı benzeri derseniz, var adı da Closer. Bilen bilir, o filmin kadrosu da ünlüler geçidi gibi hatta bir tık daha fazla. Fakat o film tabiri caizse biraz fazla. Last Night daha sade, daha gerçek bir hikaye. İşlenişi açısından merak uyandırıyor, kestiremiyorsunuz pek de sonunu zaten sonu da yine açık bırakılanlardan.
Keira Knightley, Sam Worthington, Guillaume Canet (hastasıyız kalp), Eva Mendes (olmasa da olur) kadrosuyla 2010 yapımı olan filmimiz aldatmayı konu almakta. Kadınların bakış açısıyla erkeklerin bakış açısını, evliliğin zamanla aldığı hali, yarım kalmış aşklar – kışkırtıcı iş arkadaşları faktörlerinin etkisini, bu faktörlerinde arkasında neler yattığını çok güzel anlatan bir film var. Merak ettikleriniz de var ama zaten film kendisi size o kadar vermiş, siz doldurun istemiş boşlukları çünkü kendinizden ilişkilerinizden görebileceğiniz bir sürü öge barındırıyor film, yani öyle unutmamış hepsini güzelce yerleştirmiş.
Ayrıca Guillaume Caneti pek bir sevdik. O kadar güzel filmleri var adamın, ama bu filmde çok daha farklı bir tat veriyor. Keira ve Eva bile katlanılabilir bu filmde. Soundtrackleri ayrı bir güzel, renkler çok hoş, o yaşadıkları ev falan filmi 4 yıl önce izleyen hafızamda hala.

Kısaca romantik olsun, boş olmasın, hızlı olmasın ama vakit nasıl geçti anlamadım demek istiyorsanız, iyi seyirler..
-D.

Bu film sıkıcı.
Gri.
Siyah.
Oy.
**Spoiler veriyorum**
Sen o adamla yatmadın ya, alacağın olsun Keira.
-B.

23 Ekim 2015 Cuma

Omoide no Mâni/When Marnie Was There

Marnie Oradayken
2014 yapımı, Joan G. Robinson'un aynı adlı kitabından uyarlanan animemiz, Anna kızımızın astımından ötürü havadar bir köye giderek iyileşmesini ve gizemli bir arkadaş edinmesini anlatıyor. Astım dedim, ama Anna'nın tek derdi tribal enfeksiyon, keşke doktora gideceklerine bana gelselermiş. Neymiş efendim, ben evlatlığım, ailem bana bakabilmek için devletten yardım alıyor, niye alıyorlar? Ya ne olacaktı, astım kolay mı, üstüne bunun okulu var, defteri var, kitabı var, kıyafeti var, harçlığı var, çocuk bakmak kolay mı Anna, pffft? Gerekli gereksiz strese girmeyiver o zaman! Bir de bu üvey annesine teyze demiyor mu, teyze ne kızım ya, başka hitap şekli mi yoktu?
Yuh, nasıl sinir yapmışım.
Oysa bayağı da sevdim animeyi, yanlış anlamayın. Anna da ergen işte, ne yapsın. Özellikle Anna'nın sürekli çizim yapması, kalemini açtığı sahneler çok hoşuma gitti. İyileşmek için gittiği köye de, kaldığı eve de bayıldım! 
Anna da hep ergen kalmıyor, edindiği gizemli arkadaşı sayesinde kendisini evlat edinen kişileri anlamayı öğreniyor. Sonra bu gizemli Marnie...
Spoiler vermeyeceğim, ama zaten filmin ortasında anlarsınız Marnie kimmiş, neyin nesiymiş? Hanım kızımızın biraz acıklı bir hikayesi var, kıyamam.
Bir de itiraf edeyim, ben animeyi izlemeden önce bunu bir aşk hikayesi sanmıştım, zira posterde Anna'yı erkek zannetmiştim, meğer durum bambaşkaymış. Bu da benim ayıbım olsun madem.
İşte böyle blog, bence gayet keyifli vakit geçirten bir animeydi.
(Studio Ghibli bu filmin, son animasyonları olacağını ilan etti bu arada :( Neden Ghibli; anime neydi, anime emekti :'(
Herkese iyi seyirler...
B.

22 Ekim 2015 Perşembe

50/50

Şansa Bak
Gelelim günümüzün popüler çocuğu, sevilesi adam Joseph Gordon Levitt’in baş rolünde oynayarak alıp götürdüğü, filmi film yaptığı bu komedi drama kategorisindeki 2011 yapımı 50/50'ye. Kadrosunda Seth Rogen ve Anna Kendrick’i de barındırmakta. Ki bu sevimsiz kadın bu filmde bir şekerleşmiş. Şaşırdınız değil mi?
Gerçek bir hikayeden esinlenerek oluşturulan senaryonun konusu, genç yaşta kanser teşhisi konulan Adam’ın başından geçenler. Bu haberi alışı, nasıl başa çıktığı, etrafındakilerin tepkileri derken film sizi içine çekiyor. Kendinizi onun yerine koyuyorsunuz. Bazen de etraftakiler mi kanser, o mu kanser diye düşünüyorsunuz. Zira onun kanseriyle başa çıkış tarzına, etraftakilerin uyum gösterebildiği söylenemez. Bolca duygu barından bu film ağır konusuna rağmen sizi güldürüyor ve sempati duyduğunuz Joseph Gordon’a biraz daha hayran kalmanızı sağlıyor. Ayrıca böyle bir konuda duygu sömürüsüne abanmadıkları için ayrıca tebrik ediyorum.
Keyifli bir filmi izlemenizi kesinlikle öneririm. Fakat ağlama tehlikesi olduğunu da söyleyeyim.
İyi seyirler...

Ayrıca 1 önceki postta bana laf sokan B.’ye gelsin, bu yorumda bir tiksinmişlik var mı? Özellikle seçtim filmi. Hadi itiraf et söylenmelerimi seviyorsun.
D.
Filmin trailerını bulamadım :(

20 Ekim 2015 Salı

Inside Out

Ters Yüz
Tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, hem üzgün, hem mutlu, aynı zamanda agresif, biraz da korkmuş ve arada tiksinen bir filmle karşınızdayım canlar. Inside Out 2015 yapımı, Riley kızımızın kafasının içinde neler olup bittiğini anlatan bir Disney Pixar animasyonu. Neşe, Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti (ki kendisi aynı D.) Riley'nin beynindeki kontrol merkezini yöneten beş duygu. Riley kendi halinde mutlu bir çocukken ailesinin şehirden taşınmasıyla hayatı alt üst oluveriyor ve merkezde işler karışıyor. Ancak bu sayede Üzüntü'yü bir türlü kabullenemeyen Neşe, o olmazsa Riley'nin hayatının daha da kötü olabileceğini fark ediyor.
Filmin müzikleri çok güzel, bana Amelie'nin müziklerini hatırlattı çok hoşuma gitti. Ayrıca Rise of the Guardians'ın ışıltılı havası bunda da vardı, üstelik çok daha renkliydi. Bayağı hareketli bir animasyon yalnız, Neşe bir çaresini bulmazsa el kadar çocuk ha intihar etti, ha edecek, aman yollarda biri kaçıracak diye düşündüm sürekli. 
Duyguların işleniş biçimi ve birbirlerinin yerine geçememe fikirleri komedi unsurunu oluşturan en önemli ögeydi, özellikle Öfke'yi izlerken kendimden geçtim, bravo, severim öyle şapşal agresif karakterleri.
-Bu da D. Aman, yani Tiksinti diyecektim.
Beynin çalışma mekanizmasını animasyon dilinde anlatmışlar, pek de güzel olmuş, çok da eğlenceli olmuş, mis gibi bir animasyon olmuş. Baymax'te mesela, bak hala Baymax diyorum Big Hero 6 olacak, şirin ve komik unsur olarak Baymax'ten başka bir karaktere yoğunlaşmamaları biraz canımı sıkmıştı. Burada herkes şirin ve komik. Riley hariç... evinden taşındı da.
Herkeslere iyi seyirler dilerim.
B.

13 Ekim 2015 Salı

Terminator Genisys

İki günde izleyebildiğim başka bir filmle daha karşınızdayım. Hiç beklemezdim ama öyle oldu maalesef. Keşke aramızda para toplayıp bütçenizin üstüne katsaydık da, daha iyi bir senaryo ve castla karşımıza çıksaydınız.
Sert bir giriş yapmak istememiştim.
Lafa nereden başlasam, efendim? En iyisi konusundan gireyim de bilmeyen yoktur herhalde, robotlar dünyayı ele geçirecek tek çare John Connor, Sarah Connor'ı koruması için bir Guardian geçmişe yollanır, sonra da çiftleşsinler diye (ben demedim Arnold dedi) Kyle Reese de geri gider, hep birlikte Skynet'i yok etmek için yola çıkarlar. Filmin oyuncu kadrosunda Emilia Clarke, Jai Courtney, pek tabii Arnold Şıvartzeneger (evet), Jason Clarke bulunmakta.
Filmin ilk falsosuyla başlayayım mı?
Yıllar yılı John Connor'ı oynayan şu delikanlılara bir göz atalım:



Ve şimdi de Genisys'de oynayan yağız delikanlıyı görelim:
Bu adam.
Bu.
Bu.
Neyse...
Geliyorum Emilia Clarke'a.
Arkadaş sen bayağı rol yapamıyormuşsun ya. Yazıklar olsun, Khaleesi dedik bağrımıza bastık. Şirin gibi gelmesi gereken sahneler tamam, ne de olsa şirin bir kadın, fakat bir insanın üzerine bir rol hiç mi oturmaz, ne karizmatik olabiliyor, ne sinirlenebiliyor, ne aksiyon sahnelerinin hakkını verebiliyor, espri bile yapamıyor yahu, öyle de bir oyunculuk. Vay arkadaş. Ayrıca fiziksel olarak da ne bileyim, Sarah Connor dediğin seksi olacak be.
Arnold Şıvartzeneger çok tatlıydı, yaşlı ama işe yaramaz değil. Şapşal :)
Şimdi, Skynet demiş ki, ne yaptımsa olmadı geçmişte, ben şu Sarah Connor'ı öldüreyim bu sefer. Pffft. Hikaye burada, senaryo nerede? Sırf aksiyon başka da bir halt yok, izlerken içi geçiyor insanın. Romantizm de yok, Sarah ve Kyle çiftleşecek (Arnold dedi ki) insan bir bayık bakış dahi mi göstermez, üzülüyorum bazen. Jai Courtney beceriksiz partneri karşısında elinden geleni yapmaya çalışıyor, ama yemiyor ya kusura bakma Jai. Bir de ben sizin yerinizde olsam Skynet'i canlandıran Matt Smith'e daha fazla yer verirdim, lakin ben sizin yerinizde değildim. 
Yok ya...
Beğenmedim.
İzleyeceklere iyi seyirler tabii.
B.


11 Ekim 2015 Pazar

The Skeleton Twins

İskelet İkizler
Şimdi ben bu filmi izledim. Niye izledim, nasıl izledim? Açıkçası uyumaya ihtiyacım vardı ve posteri bende hem sakin (mavi mavi bir poster zira), hem de mühim bir film olduğu izlenimini uyandırdı. Posterde bir sürü yazı olunca filme mühim damgası yapıştırdım, evet :)
Filmin baş rollerinde Kristen Wiig ve Bill Hader bulunuyor. Milo ve Maggie babalarının intiharından sonra birbirlerinden kopmuş, on senedir görüşmeyen ikiz kardeşlerdir. Milo'nun intihara teşebbüs etmesiyle yeniden bir araya gelirler, bu arada Milo'nun intiharı Maggie'nin intihar etmesini engeller. İkisinin de bir sürü sorunu vardır. On senedir görüşmeyen ikizler bağlarını kuvvetlendirmeye çalışırlar. Klasik... 
O kadar mühim bir film değil, onu hemen belirteyim. Ama kafa yormadan vakit geçirmemi sağlayan sade bir filmdi, o yüzden beğendim, yani uykumun gelmesini istiyordum ve görevini yerine getirdi sağ olsun. Oyuncular öyle ahım şahım değil, her defasında ABC Family'de komedi ve dram türünde bir dizinin klasik oyuncularını hatırlattılar, ancak iki oyuncunun da beni heyecanlandırıp, zirve yaptığı sahneler yok değildi hani. 22 günde çekilen bir filmden daha ne bekleyeceğim? Buna da şükür...
Filmde en beğendiğim sahneyi de söylemezsem çatlarım. Maggie, Milo'yu kendi evine götürdüğünde evin ilk gözüktüğü sahne. O nasıl şahane, nasıl güzel bir evdir, kıskanayım mı, napayım? Evde bayağı gözüm kaldı :(
B.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Old Boy

İhtiyar Delikanlı
Yazım spoiler içerebilir, kusuruma bakmayın ama öldürmez :)
Old Boy 2003 yapımı Kore'den çıkma bir film. Hollywood yeniden çekmeye çalıştı ancak başarılı olabildikleri pek söylenemez, zira filmdeki hissi baş rolde oynayan Min-sik Choi amcadan başka kimse veremez gibi geliyor bana (baş role seçtikleri Jason Statham'dan bozma adamdan bahsetmiyorum dahi).
Filmde kaçırılıp 15 yıl tutsak edilen bir adamımız var -Dae-su Oh (Min-sik Choi). Serbest bırakılıyor ve kendisini kimin kaçırdığını bulması lazım. Başları biraz sıkıcı olabilir, aman diyeyim bırakmayın filmi. Ben kuzenimin bilmiş bilmiş, ya izle bak görürsün ne olacak, yorumları eşliğinde izledim ve bitirdiğimde 6. Hissi izlerken şaşırmadığım kadar şaşırdım. Üstüne iğrendim, tırstım, noluyoruz ya falan oldum inanamadım, karman çorman duygular yaşadım bir süre, baskın bir şekilde rahatsız oldum. Spoiler verebilirim demiştim, bu kadar çok şey hissetmemin sebebi kesinlikle bir insanın intikam alma hayallerinin ne kadar ileri gidebileceğini, küçücük aklımla düşünemeyişimdendir. Yani zamanında TRT'nin zırt pırt yayınladığı Monte Kristo Kontu'ydu, Kill Bill'di falan bi gidin allasen, dedirtti bana -ha bu iki filmi de sevmediğimi göstermez tabii (tamam tamam, Monte Kristo Kontu bana hep yeşilçamımızın Türkan Şoray'lı Kadir İnanır'lı filmlerini hatırlattığından pek beğenmiyorum).
Oyuncluğa gelecek olursak, arkadaş o nasıl bir yalnızlık, o nasıl bir depresifliktir -ha cinsellik içeren sahnelerden iğrenmedim değil, o yaşta bir adamı o şekilde görmek istememiştim napayım, hele de kendinden yaşça bayağı küçük bir kadınla beraber olurken.
Böyle de bir film ey ahali.
Ben izlerken bu kadar ruh hastası bir film çıkacağını tahmin etmemiş, sonunda rahatsız olduğumla kalmıştım -pişman değilim o ayrı. Siz şayet aman keyfimiz kaçmasın diyorsanız başka bir filme atlayın, ama bana bir şey olmaz, bunu da izlerim-cilerdenseniz iyi seyirler.
B.

5 Ekim 2015 Pazartesi

The Martian

Marslı
Başrolünde Matt Damon'ın olduğu Marslı, Sean Bean, Jessica Chastain, Jeff Daniels, Chiwetel Ejiofor gibi Matt Damon'dan daha ilgi çekici bir sürü isim barındırıyor. Bu isimlerin çoğunu dizilerden tanısak da film geçmişleri çok iyi olduğundan göze batmamışlar.
Kitaptan uyarlama filmimizin konusuna gelecek olursak; NASA Mars'a bir araştırma ekibi yolluyor, işlerin ters gitmesi sonucu Mark (Matt Damon) Mars'ta mahsur kalıyor. Anlayacağınız film bir hayatta kalma hikayesi.
Artık filme 3D gözlükler yüzünden vermiş olduğumuz 35 lira bize koyduğundan mıdır bilinmez biz bu filmi pek bir sevdik. Siz siz olun gözlüklerinizi yanınıza almayı unutmayın. Şaka bir yana, filmi Matt'e rağmen beğendik, ama bunun en büyük sebebi adamın Matt Damon'a benzememesiydi. Üstünde ayrı bir sempatiklik vardı.
Diğer sıradan Amerikan filmleri gibi NASA'nın sadece 3 elemandan oluşmadığını bize gösterdiği için de ayrıca müteşekkiriz. Kadrosunun geniş olması hoşumuza gitti. O kadar vasıflı oyuncu yan roldeydi.
Filmde duygu sömürüsünden boğulmadık. Çok fazla propagandaya da rastlamadık. Hatta yer yer baştakileri güzelce Matt'in eleştirmesiyle (sövmesiyle) eğlendirdi de. Kahramanlık filmi olmasına rağmen, Matt tek başına halletmedi de herkesin yardımıyla başarıldı bu da inandırıcılığı güçlendirmiş.
Müzikler olaysızdı bunun sebebi de kitaba birebir kalmış olmaları, bu da takdir edilesi. Ayrıca filmi izlerken bir yandan çocukluğunuzdan belki gençliğinizden hatırladığınız şarkıların sizi bir sevindirik yapması ihtimali çok yüksek, zira biz sinemadan çıkarken I will survive eşliğinde oynayarak çıktık.
Ayrıca kıtlıkla boğuşan insanın zayıflamasından normal bir şey olamaz. Fakat sırf bunu gösterebilmek adına, Matt'in yerine arkadan kemikli kalçalı bir insanın 3 saniyelik görüntüsünü duş sonrası verip, ardından tekrar Matt'in o astronot kıyafetini sexy ass'iyle doldurması hiç olmamış. Madem öyle hiç koyma.
Lafın kısası biz filmi beğendik, kendisi de şimdilik ımdb top 250'ye kurulmuş gözüküyor.
Ödül vaktinde göreceğiz. İyi seyirler.
B. & D.


2 Ekim 2015 Cuma

The Guitar

All my tomorrows are yesterday.
2008 yapımı filmimizin baş rollerinde diye cümleye girmek isterdim (Saffron Burrows oynuyor bu arada) fakat bu küçücük kadrolu küçücük mekanda küçücük senaryoyla çekilmiş bir film. Küçük senaryo nasıl olur demeyin yapmışlar olmuş.
Baş roldeki hanım kızımız hayatın sillesini uzun uzadıya yemiyor da bir anda osmanlı tokatıyla noktayı koyuyor. Hastalığa yakalanıp işten atılıp bir de sevgilisi tarafından aynı anda terk edilen Melody’e iki aylık ömür biçiliyor. Bu nedir arkadaş, deyip o iki ayı hakkettiği güzellikte yaşamaya karar veriyor ve yapamadığı şeyleri yapmaya olabildiğince mutlu olmaya kendiyle baş başa kalmaya çalışıyor ve tüm sorumluluklarını arkada bırakıp kendine bir hayat seçiyor ve olaylarımız gelişiyor.

Bu film yarının yokmuş gibi yaşayacak olsan neler yaparsın sorusuna cevap veren bir film. Zira adından da anlayabileceğiniz gibi müziği, gitarı seçen bir film. Sakin, huzurlu, yormayan, temposu hızlı olmayan hiç hızlanmadığı için yavaşlamayan o kadar kendi halinde olan bir film ki eleştiremiyorsunuz bile  (şu an içime oturdu). Verdiği mesajı, insanları bildiği fakat yaşamakta zorlandığı bir felsefeyi gözünüze sokan (mesaj kaygısı diyebiliriz buna) bir yapım (lafı soktum kapatıyorum.) 
Hepinize iyi seyirler...
D.
Filmin fragmanını bulamadım :(

29 Eylül 2015 Salı

Easy A

Adı Çıkmış
Easy A başrolünde Emma Stone'un bulunduğu bir romantik komedi. Başka hiç kimseden bahsetmeyeceğim çünkü film sırf Emma oynasın diye çekilmiş.
Sosyal statüsünü yükseltmek isteyen Olive hakkında çıkan bir dedikoduya karşı çıkmayınca birden okulun popüler kızına dönüşüyor ve bundan para kazanmanın bir de yolunu buluyor.
Bence ergen çocuklarınız varsa, cinsellikle alakalı cocuğunuzla utanmadan rezil olmadan konuşayım -da nasıl konuşayım diye dertleniyorsanız bırakın bunu izlesin :). B sıkıldı filmden çünkü yaşımıza uymuyordu, ama ben Emma Stone'a bayıldığım için çok gülmüştüm. Resmen Emma oynasın diye film yapmışlar demiş miydim? 
Gossip Girl'deki Serena'nın sevdiceğini de (hangisini dediğini duyar gibiyim, Penn Badgley) filmde görüyoruz, kendisi en ünlü dizilerden birinde iyi bir rolde oynar, şurada 10 dk görünmek için gel o kariyeri tehlikeye at. Bari zirvede bıraksaydın. Bu rolden sonra kim seni ne yapsın.
Film çerezlik, böyle iki saat falan uzata uzata yemek yiyeceksiniz, ergen bir kuzeniniz varsa ve izleyebilecekleriniz kısıtlıysa açın gitsin.
D.
(Bu arada film golden globe a aday olmuş, işiniz gücünüz yok muydu başka? Bir de filmi Emma Stone oynasın diye çekmişler.
B.)

27 Eylül 2015 Pazar

Remember Me

Beni unutma
Remember Me, baş rollerinde Robert Pattinson ve Emilie de Ravin'in olduğu, yönetmenliğini Allen Coulter'in yaptığı 2010 yapımı bir romantik dram. Film, Erkek kardeşi intihar etmiş Tyler ve annesinin ölümüne tanık olmuş Ally'nin birlikteliğini anlatıyor.
Romantik film gördü mü kendini engelleyemeyen, yine bir gece filmsizliğin eşiğinde kalan ben Robert Pattinson'a rağmen filme başladım ve gariptir ki yine ona rağmen devamını getirdim. Çok ama çok klasik bir romantik dram olan film sonu sayesinde bu tarz filmlere nazaran değişik olmuş. Kadın oyuncuya acıyıp, iç geçirip adama küfrediyor ve bir türk filmiymiş gibi tam taraf seçecekken, bu sefer adamın gözünden hikayeyi görüyorsunuz ve taataaa film bitti. Bir de eğer Robert o salak Edward olmasaydı gözümde hoş bir aşık olarak kalabilirdi. Beğendim diyemem ama romantik bir dram için idare eder.
D.

24 Eylül 2015 Perşembe

Avengers: Age of Ultron

Yenilmezler: Ultron Çağı
The Avengers adıyla çıkan filmin ikincisi olan Age of Ultron, Tony Stark ve Bruce Benner'ın 'barışı getirelim' diye kafalarına göre takılmaları sonucu, işlerinin ters gitmesini ve güzelim New York'un yine haşat olmasını anlatıyor.
Filmde iki yeni kahramanımız var. Quicksilver ve Scarlet Witch. X-Men First Class da tadımlık gözüken Quicksilver'ı daha çok beğendiğim için buradakine bir yorum yapmak istemiyorum. Scarlet Witch'i beğendim, kendisini canlandıran Elizabeth Olsen'ı sevdim de keşke bu rol için biraz daha seksi birini bulsalarmış ya da en azından boyu uzun birini :)
Film sıkıcıydı. Belki sinemada izlemiş olsam dev ekranın büyüsüyle farklı düşünebilirdim, ama laptoptan izledim ve baygınlık geçiriyordum.
İlk filmi çekmiş önümüze koymuşlar (bir Ocean's Eleven vakası daha), değişiklik olsun diye de bunları birbirine düşürmüşler. Bir de işin içine aşk katalım demişler ama sağolsun Black Widow da Hulk da bunu hissettiremedi, gözlerinden anlaşılıyordu yemedim.
Üstelik yorucu. Gaza getirmiyor, buhran geçirtiyor. Komik ama o da bir zahmet artık, Marvel filmlerinin olmazsa olmazı -ki bu unsuru çok az kullanmışlardır yine de. Bence çerez niyetine izlenir. Ben filmi beş saatte bitirdim arada dizi mizi izledim. Düşünün artık bu tarz filmleri severim normalde ve sabırsızlıkla beklerim. 
B.


23 Eylül 2015 Çarşamba

Black Swan

Natalie Portman'ın baş rolünde olduğu ve Darren Aronofsky'nin yönettiği film, bir balerinin Beyaz Kuğu rolüne seçilmesini, ancak rolüne hazırlanırken zamanla kendini kaybetmesini ve yavaş yavaş Siyah Kuğu'ya dönüşmesini anlatıyor.
Bu filmi izlemeyen kalmamıştır herhalde. 2010'da bayağı moda olmuştu çünkü. İçinde Mila Kunis var diye de bayağı sükse yapmıştı; kadının bundan önce film alanında kayda değer bir işi yoktu, ama ne zamanki filmde libidoları zıplattı o zaman olay oldu. Hala da kayda değer bir filmi yoktur.
Birimiz bu filmde en çok Natalie Portman'ın acı çekmesini sevmiş (açlıktan olabilir, yirmi kilo vermiş nihayetinde), birimiz dram var bale var diye. Hafif depresyonda gibiyseniz enteresan bir şekilde filmdeki karanlık sizi rahatlatıyor. O karanlık filme çok elit bir hava veriyormuş da, etraf aydınlanıp gerçek dünyaya dönünce bulduğumuzu beğenmeyecekmişiz gibi.
Böyle bir şeyler işte.
B. & D.


22 Eylül 2015 Salı

Alice in Wonderland

Alice Harikalar Diyarında
Yönetmenliğini Tim Burton'ın üstlendiği, oyuncu kadrosunda Mia Wasikowska, Johnny Depp, Helena Bonham Carter, Anne Hathaway'in olduğu Alice Harikalar Diyarında 2010 yapımı bir fantastik film.
Alice kızımızın beyaz tavşanı takip etmesi ve çocukluğunda gittiği harikalar diyarına dönmesini konu alan film, Alice'in harikalar diyarı halkına (?),  Kırmızı Kraliçe'yi tahttan indirmeleri için yardım etmesini anlatıyor. Artık Alice'in kafası mı güzeldi, o kadar mantarı nereden buluyor, yoksa beyaz tavşanları takip etmenin bir takım sakıncaları mı var, ona siz karar verin.
Şimdi...
Makyaj ve efektler çok hoştu, renkler bir harikaydı, ama baş roldeki hatun felaketti, o ne mimiksizlik. Sadece onun olduğu sahneler bayağı bayıktı.  Anne Hathaway de fenaydı, ama onu zaten sevmiyoruz. Objektif bir yorum yapamayabiliriz o yüzden. Fazla mütevazılığın kibirden olduğunu gösterenlerdendir kendisi. Meh. 
Kedi canını senin lafını da, Stephen Fry'ın seslendirdiği Cheshire kedisi için söylemişler demek ki. Şimdi dönüp sosyal medyada zırt pırt paylaşılan hangi kedi de Cheshire kedisinin felsefesi var? Tamam, abartmıyorum, ama kedi iyi bayağı. 
Johnny Depp de artık ortaya karışık bir Jack Sparrow, Willy Wonka sunuyor onu izlemesi keyifli. Bu adam zaten normal birini oynadığında film bir soğuk oluyor, içinde yoksa demek. 
Söz konusu acayip rollerse Johhny Depp'le birlikte Helena Bonham Carter da Allah'ın emri zaten. Kırmızı Kraliçe'yi izlerken bir keyif aldık. Uçurun kellesini!
İşte böyle sevgili blog.
Bir film tanıtımının daha sonuna geldik.
B. & D.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Mr. Nobody

Bay Hiçkimse

Mr. Nobody yönetmenliğini ve senaristliğini Jaco Van Dormael'in yaptığı, başrolünde Jared Leto'nun oynadığı fantastik bir romantik dram. Başrolünde Jared Leto var dedim ama ergenliğini oynayan Toby Regbo ve çocukluğunu oynayan Thomas Byrne'in de filmde en az onun kadar hakkı var şimdi. Jared Leto'ya filmde Diane Kruger ve Sarah Polley de eşlik ediyor. 
Filmin öyküsü Nemo'nun yaptığı tercihlerden ileri geliyor. Bir gün anne ve babası yollarını ayırmaya karar veriyor. Nemo ikisinden birini seçecek ama kimi? Buradan bir sürü olasılık doğuyor ve biz de bunları izliyoruz. 
Film başta çok karışık gelebilir ama en sonunda bir bakmışız ki, basitleşmiş. O karman çorman hikayenin sonu gayet anlaşılabilir olmuş. Filmin anlattığı hikayeyi çok sevdim, ancak itiraf edeyim film çok uzun geldi. Ben filmi bir saat on yedi dakika sanarak izlemeye başladım bir de meğer 2. partı varmış. :)
Cidden uzunluğu ve bazen yavaşlaması haricinde bir açığı yoktu bence filmin. Belki bir de sonunun basite kaçması sayılabilir. Ama ben mutlu son severim nihayetinde, bunu açıktan bile sayamayacağım o yüzden.
Filmin bir güzel yanı da gözler. Cast özenle seçilmiş maşallah. Ha bir de on beş yaşındaki Nemo ve onun sevdiceğini oynayan Anna'ya hayran kaldım, o ne güzelliktir ya. Gerçekte o kadar güzel değillermiş ama baktım. :) Sonradan o güzel Anna'yı Diane Kruger oynuyor -ki o da apayrı bir olay tabii. O kadar yazıp da kadın oyuncuları övmediğimi fark ettim. Şimdi bizim Nemo'nun üç tane sevdiği var. Biri -Asyalı olan- hikayede çok gereksiz olduğu için bahsetmeye gerek görmüyorum. Ama Diane Kruger'ın oynadığı Nemo'nun asıl aşkı Anna ve Sarah Polley'in oynadığı depresif Elise çok başarılıydı. Hatta Elise karakteri çok iyi çıkarılmıştı, o depresyon haliyle çıldırttı beni.
Neyse benim diyeceklerim bu kadar. Film karışık olduğu için ben de biraz karıştırmış olabilirim yazıyı. Affola :P
İyi seyirler...
B.



29 Temmuz 2015 Çarşamba

Paper Towns

Kağıttan Kentler

Paper Towns, Cara Delevingne ve Nat Wolff'un başrollerinde olduğu ama bütün filmi Austin Abrams ve Justice Smith'in götürdüğü bir romantik dram ve yerseniz gizem dolu bir film. Film John Green'in yazdığı aynı adlı kitaptan uyarlama, şimdiden belirteyim kitabı okumadık, film üzerinden eleştiriyoruz.
Filmimiz klasik başlıyor, popüler bir kızımız var ve ondan çok hoşlanan ama konuşamayan inek de bir öğrencimiz. Bu ikisi çocukken çok iyi arkadaşlar ama çocuk pısırık olduğu için araları açılıyor bir süre sonra.  Kızımız acayip filozof, cool falan, oğlumuzun hiçbir olayı yok. Bir gün hanım kızımızın başına çoook mühim bir şey geliyor (ahaha) ve yaşadığı sahte ortamdan sıkıldığını fark ederek kaçıyor. Kaçmak da huy olmuş onda bu arada. İşte buradan sonra çok heyecanlı olaylar vuku buluyor.
Demek isterdik ama...
Düşük beklentilerle gitmiş olmamıza rağmen hiç beğenmedik filmi. Neden? Tanıtımına gösterilen özeni hikayeye göstermemişler çünkü. Belki bunun sebebi kitaptan uyarlama olması yani filmin hikayesinin zaten hazır oluşudur, ama bu da hikayenin pek de filmlik olmadığını gösterir diye düşünüyoruz. Galiba bu filmi Cara oynasın, Cara'yı sinema camiasına tanıtalım diye çekmişler. Hadi başroldeki çocuk azıcık sempatik olsa belki izlenebilir ama başrol oyuncularının filmde hiçbir olayı yoktu. Yan rollerin katkısı da olmasa patlardık. Açık söyleyelim filme Cara'yı görelim diye gittik biraz (zaten başka bir şey için gidilmezmiş), çünkü Cara'nın on tane projesi hazırlanmakta biz de çıkış yapacağı işi bir görelim dedik. Gel gör ki, filmi izlerken tek düşünebildiğimiz hatunun ne kadar yakışıklı olduğuydu...  İskandinav metal gruplarından fırlamış gibiydi. 
Ha en azından klişe bir son bulmadı. Diyeceklerimiz bu kadar. Müzikler bile olaysızdı. Peh...
Gidip para vermeyin, biz hala giden 26 liramıza ağlıyoruz. Hehe... :)
Tanıtımı izlemeniz yeterli olacaktır ama yooo, ben yine de izleyeceğim diyorsanız iyi seyirler :)
B. & D.



27 Temmuz 2015 Pazartesi

Fifty Shades of Grey

Grinin Elli Tonu

İtiraf ediyoruz. Biz bu kitabı okuduk. Niye? Meraktan tabii, sonuçta bestseller.. Hal böyle olunca filmi de merak ettik. Sonunda onu da izledik büyük beklentilerle çünkü fragmanda soundtracklerle beraber ümit vermekteydi. Gel gör ki o klişelerle dolu fakat milyonlarca satan muhteşem Grey'i içeren kitabın filmi ne çıksın? Tırt..
Hikayemiz klasik... Kız fakir, inek, daha önce hiç ilişkisi olmamış. Greyle tanışıyor ve haliyle büyüleniyor. Büyülenmesini hiç birimiz garipsemedik kitabı okurken, biz bile etkilendik çünkü adam gerçek olamayacak kadar muhteşem biri olarak anlatılmış. Genç olmasına rağmen çok başarılı, doğru zamanda doğru şeyleri söylüyor, uzun, yakışıklı, kontrol etmeyi seven ama el üstünde tutan biri. Filmdeyse sadece zengin. Ne iş yaptığı belli bile değil -bu senaryonun hatası gerçi. Jamie Dornan yakışıklı biri değil ki, sen Grey'i buna oynatıyorsun. Kitapta 1.90 civarında olan adam, filmde Ana'yla aynı boyda, kızı taşıyamıyor bile. Hareketlerinin estetikliğinden bahsedilen adam yatağa 5 hamlede tırmanıp hantallıkta sınır tanımıyor. Ayrıca seks sahnelerinin esttetiginden de bahsetmek mümkün değil insanda hiçbir ilgi uyandırmıyor. Sinemada önümde yiyişen çift daha ilgi çekici geldi, bir ara onları izlicektim. Kate'in çok güzel olması gerekiyordu ama ondan da kaybediyoruz, country müzik söyleyen American Idol'a katılan tipik Amerikan tipiyle nerede wonderful Kate. Bir de Rita Ora'nın orada ne işi var, anlamadık. Oyuncu seçiminde bir eksiklik vardı. Çok ruhsuzlardı.
Amaa...
Müzikler çok güzeldi. Yiğidi öldür hakkını ver. Soundtrackleri sayesinde varlığına sinirlenemedik filmin. İmdb'den aldığı 4 puanı da buna borçlu olsa gerek. 
B. & D.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Mad Max: Fury Road

Çılgın Max: Öfkeli Yollar

İnsanlığın zıvanadan çıktığı, dünyanın öldüğü bir zamanda geçiyor filmimiz -George Miller'in dediğine göre post apokaliptik Avustralya'da. Yetmişlerin sonunda ve seksenlerde çekilmiş üç film daha var ve üçünü de George Miller yazıp yönetmiş -bu filmde de olduğu gibi. Başrolü Tom Hardy ve Charlize Theron paylaşıyor. Açıkçası filmi izlemenizde büyük etki yaratabilirler. Bunun yanı sıra Nicholas Hoult, Hugh Keays Byrne ve bir iki tane (sanırım) Victoria's Secret meleği yer alıyor. İlk üç filmi izlemediğim için (en kısa sürede izleyeceğim) Max (Tom Hardy) nasıl süreçlerden geçti de bu durumlara düştü bilemiyorum. Filmin başında kan torbasına dönüşmüş bir şekilde Nux'a (Nicholas Hoult) kan depolarken görüyoruz kendisini. Olaylar Furiosa'nın (Charlize Theron) Immortan Joe'nun diktatörlüğünden, kendisini ve Joe'nun gelinlerini kurtarmak istemesiyle başlıyor ve herkes bunların peşine düşüyor, hedef yeşil vadi :P. Max de mecburiyetten peşlerine takılıyor.
Kahramanlık filmi değil kesinlikle, oo Max devreye girdi, şimdi kurtarır kızları mantığı yok. Hatta bir sahnede herkesi geride bırakıp kendini kurtarmaya bakıyor ama şartlar el vermiyor. Ancak daha sonra Furiosa ile iş birliği yapmaya başlıyorlar, yoksa kurtuluş yok. 
Uzun zamandır bu kadar tatmin edici bir film izlememiştim açıkçası. Bir kere sürekli hareket var, sürekli aksiyon var, arada bize acıyıp bir duruluyorlar, sonra yeniden yükselişe geçiyorlar. Yine de izlerken hiç yorulmadım. İçlerinde yaşadıkları dünya gına getirebilir, Furiosa'nın kaçmak istemesine şaşmamak gerek. Her yer kahverengi. Filmin ismi Fury Road olmasa Brown Road olabilirmiş rahatlıkla. Bu iğrenç espriden sonra gelelim oyuncularaa...
Bir kere Tom Hardy ve Charlize Theron için diyecek bir şeyim yok. Onlara kıyak geçiyorum, hadi. Nicholas Hoult cidden iyi olmuş, o konuda çok ön yargılıydım. X-Men filmlerinde bile 'About a Boy'dan öteye gitmeyen oyunculuğunu burada konuşturmuş, devamının gelmesi dileğiyle. Çocuk da ne yapsın, fırsat vermediler herhalde (gel gör ki bu filmde de aşk böceği olmaktan kurtulamadı). Victoria's Secret mankenlerine gelince... Neyse ki çok göze batmıyorlardı. Hele Rosie Huntington-Whiteley'nin oynadığı The Splendid, Immortan Joe'nun gözdesi olunca -yoooo, bu kadını daha mı çok göreceğiz, diye bir veryansın ettim, ama neyse ki sadece güzelliğini kullanmışlar hatunun. Yahu kızım kimse sana demiyor mu, 'Transformers'ta denedin olmadı, ne bu ısrar, git mankenliğini yap paşa paşa. 
İzlerken azıcık çizgiroman izliyormuşum gibi hissettiğim için baktım, Vertigo'dan çıkmış çizgi romanları ağustosta yayınlanacakmış. Birileri potansiyeli görmüş olsa gerek :).
Ayrıca karakterleri de çok sevdim, özellikle sosyal medyada da çok popüler olmuş gitar çalan adama bayıldım, resmen savaşırken fon müziği ayarladı adam.
Diyeceklerim bu kadar.
Herkese iyi seyirler...
B.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Big Hero 6

6 Süper Kahraman

Big Hero 6, Walt Disney animasyon stüdyolarının 2014 yapımı filmi. Kahramanımız Hiro abisini kaybettikten sonra önce bir depresyona giriyor, sonra abisinden yadigar Baymax'i buluyor, abisini öldürenlerden intikam almak üzere abisinin arkadaşlarıyla birlikte işe koyuluyor. Bu arada tabii ki dünyayı kurtarıyor. Hikaye klasik gibi, takım da üstün zekalı zaten, dünya kurtulmayacak da ne yapacak? Bu da spoiler değildir artık, bir zahmet :).
Bu film çok güzel ama Baymax olmasa filmde sizi eğlendirebilecek tek bir karakter yok. Robot olmasına rağmen insan karakterlerden daha çok jest ve mimik yapıyor, çok tatlı, filmin de açık ara en komik karakteri. Ama Baymax varken diğer karakterlerin  orijinal olmasına gerek kalmamış, belki de çok yorulurduk öyle olsa. Baymax'in modellemesini bezi dolu bebek hareketlerini çalışarak yapmışlar, bu bilgiyi öğrendikten sonra hareketlerini düşününce -aa, hakikaten ya, dedim. Ayrıca karakterlerin çok hızlı hareket etmeleri gereken sahneler akıyordu. O yönden de estetik olmuş, bravo :P . 
Ayrıca filmi izlerken bazı animasyonlara (frozen, wall-e) ve Geleceğe Dönüş filmine ait referanslar da bulabilirsiniz. Baymax biraz Wall-E'yi andırıyor zaten -tip olarak değil :P.
Animasyonlar konusunda, olsa da olur olmasa da olur, çerezlik benim için falan diye düşünüyorsanız bile (şahsen ben bayılıyorum), bu eğlenceli filme -Baymax'e bir şans verin, pişman olmayacaksınız.
İyi seyirler...
B.

21 Temmuz 2015 Salı

Lucy

Yönetmenliğini Luc Besson'ın üstlendiği Lucy'nin başrollerini Scarlett Johansson ve Morgan Freeman paylaşıyor -desek de inanmayın, Morgan Freeman'ın bir olayı yok. Evet, biz de şaştık bayağı.
Limitless yazımızı okuyanlar ya da filmi izleyenlere beyni %100 kullanma mevzusuna yabancı değillerdir. Hoop, bir hap atıyoruz, Einstein bok yesin falan. Bu film de aynı bokun kahverengisi. Bütçe biraz daha fazla olduğundan olsa gerek, Bradley Cooper yerine Scarlett Johansson'ı koymuşlar. Ama neden Morgan Freeman'ı yordunuz? Burada harcayacağı zamanı, başka bir filmde daha aktif olarak kullanabilirdi, biz de yeteneğini ve tecrübesini sergilediği bir film izlemiş olurduk. 
Bir de filmi yapması 9 sene sürmüş. Biz mi anlamadık acaba? Luc Besson bir de film için azıcık Leon, azıcık Inception, azıcık da 2001: A Space Odyssey demiş. Haydi Leon'u kendisi yönetti, hiç utanmadan böyle bir laf etti de; zavallı Christopher Nolan ve Stanley Kubrick'in suçu ne? Stanley mezarında ters dönmüş olabilir.
Filmi böyle anlattığımıza bakmayın, normalde Scarlett'i hiç beğenmeyen insanlar olarak bu kez beğendik. Gel gör ki, artist gibi davranacağım diye, Keanu Reeves'in Neo'sunu çalışmış olsa gerek, olmamış, olduramamış. Sahneler çok yetersizdi, tam heyecan doruk yapacak, Lucy iki el hareketi yapıyor, sahneler yarım kalıyor. Tamam, sen The God Mode'da oynuyorsun da, biz keyif alamadık.
Müziklerin baskın olduğu sahneler güzeldi, film için ümitlendiğimiz dakikalardı ancak çabuk bittiler. Sen yönetmen, koskoca taksiyi çek, ancak araba sahneleri hevesi kursakta bıraksın. Çok yaratıcı sahneler yoktu, ama bir sürü arabanın harcanması görsel açıdan tatmin ediciydi. Masraftan kaçınmadılarsa demek...
Filmi değişik kılan bir unsur, aralarda gösterilen görüntülerdi. İlk başta ilk kadınlardan Lucy'yi gördük (sonra bu saçma sapan bağlandı), aralarda sürekli minik belgesel parçaları gördük bunlar güzeldi işte.
Bu arada o fransız polis ne ayaktı anlamadık, adamı sanki sırf Scarlett bunu öpsün de adama iyilik olsun diye kadroya almışlar.
B. & D.