2009 yapımı filmimiz Kraliçe Victoria'nın ilk dönemlerini ve Prens Albert'la ilişkisini anlatıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany bulunmakta. Yönetmenliğini Jean Marc Vallée yapmış.
Yine bir gün kamilkoçtayım. Gerçekten artık benim için böyle
oldu, yolda da film izlenmezse zaman geçmiyor. Fakat öyle artık otobüslerde tv
var oh ne güzel teknoloji diyemiyoruz. Zira filmler bir harika(!). Diğer
seçenekler arasında bunun yine gideri vardı az. Zaten imdb puanına da baktım, 7.3
neden vermişler diye sordum. Hala da soruyorum.
Emily’i seviyormuşum, arkadaşım öyle diyor ben farkında
değilim. Kadının öyle bir hoşluğu çekiciliği var kaptırmışım demek ki. Zaten
filmi de izlettiren yine bu kadın ve kıyafetleri onun dışında filmde hiç bir
olay yok. Bir entrika mı arıyorsunuz? İngiliz kraliyet ailesi diyince akla
gelen o dimi? Hayır o da yok, yani olan doz kesmiyor. Bu kızcağızımız -ki en
uzun dönemli ingiliz hükümdarı oluyor- küçüklüğünden beri uyanık akıllı bir kız
yani tutup da, kızımm naptınn sen yaaa,
diye babanne modunda iç çekemiyorsunuz. Genelde izlerken bu kadar gerizekalı
olabilir mi diye güya filmlere sinir oluyoruz ya, sen de fazla aklıbaşında çıktın,
sıkıldım.
Kesmiyor dostum beni bu filmler. Ha bir de hakkını yemeyelim dekorlar
falan bir şahaneydi, ama artık bu döneme ait filmler o kadar bol ki, evimdeki
dandik vazoyu görmüşcesine duyarsızlaştım. Bana başka şeyler lazım ama siz allı
pulu kürklü varaklı şeyler arıyorum diyorsanız iyi bir görsel var size.
2011 yapımı Season of Witch filminin yönetmen koltuğunda Dominic Sena oturuyor ve başrollerinde Nicolas Cage ve Ron Perlman var.
Bir kamilkoç filminde buluştuk. Season of Witch demişler ama
Season of Shit gibi olmuş. Tabii kalitesiz filmler olacak da bu adam (Nicolas) niye hepsinde
son zamanlarda boy göstermiş, o bir soru işareti. Zaten çok sevilen bir adam
değil ama belli bir kariyeri var neden buralarda oynuyor parasız da değil...
dimi? Bir de Ghost Rider diye bir seri var tamamen bana kendimi sorgulatıyor. Bu
seri de kamilkoçta yine yer almakta, yani filmden ümidi kesebiliriz.
Film bize girmeleriyle başlıyor, Edremit Körfezi'nde
gözüküyoruz uzaktan. Haçlı seferlerinde yer alan iki şovalyenin çok öldürdük, yetti gari, dayanamıorum ben,
deyip kendini yollara vurmasıyla ilerliyor. Bu iki şovalyenin başına bir şeyler
geliyor ve suçlu durumuna düşüyorlar, bundan kurtulmak için de kiliseyle bir
anlaşma yapıyorlar ve olaylar heeycanlanıyor. -Gerçekten mi? Tabii ki hayır, Exorcism
eğer doktoraysa bu anaokuluna erken başlayan gelişmemiş velet. Çok
etkilenmişler çok. Ben bile çekerdim o kadar kötü. Üzülüyorum blog.
Fakat tek bir güzel sahne vardı o da bizim cadı bozması
iblisimizin kiliseyle alakalı söyledikleriydi. Haçlı seferlerinde, Tanrının düşmanlarını öldürüyoruz mottosuyla
hareket edilirken iblisin dediği ben bu kadar insanı cehenneme göndermeyi
başaramamıştım lafı süperdi.
Göndermeler yer yer çok hoş ama etkileyici değildi. Bir kaç
tane iyi laf koymakla film olmuyor yani. D.
Machines
never come with any extra parts, you know.
They always come with the exact amount they need. So I figured, if the entire world was one big
machine, I couldn’t be an extra part. I had to be here for some reason.
And
that means you have to be here for some reason, too.
Makineler yedek parçalarıyla gelmiyorlar. Ne kadar
parça gerekiyorsa onunla geliyorlar. Ben de düşündüm ki, eğer dünya büyük bir
makineyse, ben yedek parça olamam. Burada olmamın bir sebebi olmalı.
Bu demektir ki, senin de burada olmanın bir sebebi
var.
Hugo
Cabret
Hugo
Brian Selznick’in “The Invention of Hugo Cabret”
isimli kitabından sinemaya uyarlanan Hugo’nun yönetmen koltuğunda The Departed, Shutter Island, Goodfellas filmlerinin
de yönetmenliğini üstlenmiş Martin Scorsese oturuyor. Filmin oyuncu kadrosunda,
Asa Butterfield, Sir Ben Kingsley, Christopher Lee, Sacha Baron Cohen, Chloe
Grace Moretz, Helen McCrory ve azıcık da Jude Law var. 1930ların Paris’inde
geçen film, babası bir yangında kaybetmiş Hugo’nun, tren istasyonundaki
saatleri gizlice kurarken bir yandan da, babasından yadigar kalan otomatı tamir
etmeye çalışırken başına gelenleri konu alıyor.
Film görsel olarak bir harika, keşke 3D
izleyebilseydim, eminim çok daha büyük bir keyif alırdım. Lakin akış yer yer
yavaşlıyor ve konu Hugo’dan uzaklaşarak otomata ve Georges Melies’e kaymaya
başlıyor. Georges Melies sinemanın ilk dönemlerinde film yapmaya başlayan
başarılı bir öykülü film yapımcısı. Yüzlerce film üretmiş. Film, Georges
Melies’in hayatını Hugo Cabet’in hayatıyla birleştiriyor.
Bu da otomat. Hugo bununla birlikte kalıyor. Ben ilk gördüğümde ödüm patlamıştı da...WTF?!
Bir takım tutarsızlıklar yok değil... Örneğin,
babasını çocuk yaşta kaybetmiş olan Hugo’ya, Georges’in ettiği, “Sen bu tarz
acıları anlayamazsın,” lafı... Çocuk daha ne tarz bir acıyı anlasın, sen alt
tarafı sinemaya küsmüşsün. Gerçi adamcağız hayallerine küsmüş bu da büyük bir
acı ola gerek ama küçücük sabiye öyle davranılır mı? Kaç yaşında adamsın yahu.
Ayrıca niye bir esrarengiz tavırlar takınıyorlar onu
da anlamadım. Georges’in eşi Jeanne sanki dünyanın en büyük sırrını omuzlarında
taşıyor. Bir kere otomatın çizimlerini, Hugo’nun not defterinde gördünüz, insan
bir sormaz mı, nedir ne değildir diye. Ondan sonra Hugo hırsız, Hugo kötü...
Adama yaşından beklenmeyecek bilgelikte laflar yazmışlar, kızın karşısında
bülbül gibi şakıyor ama Georges’e gelince iki kelimeyi bir araya getirip neden
not defterini geri istediğini falan açıklamıyor. Pıft. Şaka şaka... Hugo
candır. Bunu en iyi Tolga Abi bilir :P
Jude Law bir iki dakika mı ne göründü, ama iyi
göründü. Bu adamdan bahsetmeseydim içimde kalırdı.Sadece ölümünün anlatıldığı
sahnede çıkan yangın, bu ne la, dedirtti. Zira film daha önce de bahsettiğim
gibi görsel bir şölen. Görüntü yönetmeni Django Unchained, Shutter Island gibi
filmlerin de görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Robert Richardson’mış. Yerim. :P
Hugo’yu canlandıran oyuncu Asa Butterfield (bu ne
biçim soyad yea) bu kadar yetenekliyken, Chloe Grace Moretz’in devamlı
kameralara oynar gibi ağzını şekilden şekile sokması sinir bozucuydu biraz. Bir
süre sonra onu görmezden gelmeye başladım zaten. Christopher Lee (Sarumaaan –değil
tabii ağırbaşlı, kötülükle ilgisi olmayan bir kütüphaneci) ise toplasanız on
dakika falan gözüküyordur ama arkadaş adamda ne ses var, Chloe ekrandayken
telefonu açıyordum, bu adamın sesini duymamla dikilmem bir oldu. Bu kızın başka
bir filmini izlemedim ama düzelmiş herhalde, hakkındaki yorumlar bayağı iyi.
Hugo’nun gözünden ara sıra tren istasyonunda
olanları izledik. İstasyon Şefi’nin kötü bir adam gibi gösterilmesi, bir hatuna
aşık edilip sempatikleştirilmesi ama inatla Hugo’yu yakalamak istemesi, sonra
bir anda şefkatli bir adama dönüşmesi falan, olum film bir buçuk saat olursa
çok kısa olur diye mi düşündünüz de inatla Hugo’yu buna kovalattınız. Hayır,
sonu bir yere de varmadı. Ayrıca bu adamı Sacha Baron Cohen oynuyormuş. Aylayktumuvitmuvit.
Bir de Harry Potter’dan Mr. Dursley ve Madam Maxime
de vardı -filmdeki isimlerini bilmiyorum, ama onların da hikayeye katkısı istasyon şefine, sen ne yapıyorsun, dercesine bakmaktan ileri gidemedi. Ama çok tatlılardı. Mr. Dursley bile tatlıydı, oha!
O kadar eleştirdim ama film gerçekten çok güzel. Bir
kere sinemanın ilk zamanlarını anlatması ve o zamanlar filmlerin nasıl
çekildiğinden bahsetmesi açısından çok iyi. Georges Melies’i tanıtması ve ona
saygı duruşunda bulunması da çok güzel. Hafif bir steampunk kokusu alınıyor, özellikle
ilk başlarda. Müzikleri Howard Shore yapmış, güzel olmasa ayıp olur zaten. Ara
sıra güldürüyor (istasyon şefini o kadar eleştirdim ama güldürüyor), Hugo’nun
içten ettiği laflar sayesinde bazen de ağlatabiliyor. Görsellikten bahsetmiş
miydim? :P
Filmimiz 5 Oscar, 1 Golden Globe, 1 Bafta dahil olmak üzere 53 ödül kazanmış.
Give me a head with
hair, long beautiful hair, shining gleaming steaming flaxen waxen. Give me it
down to there, hair, shoulder length or longer, here, baby, there, mamma,
everywhere, daddy daddy hair! Flow it, show it, long as God can grow it, my
hair!
1979 yapımı ‘Hair’ filminin yönetmen koltuğunda ‘One
Flew Over The Cuckoo’s Nest’, ‘Man on the Moon’ ve ‘Hair’ gibi bir müzikal olan
‘Amadeus’ filmlerini de yöneten Milos Forman oturuyor. Hikayesi Gerome Ragni ve
James Rado tarafından yazılmış. Köyden şehre inen (Oklahoma’dan New York’a
gelen) Claude’ın yabancı olduğu bir kültürle tanışması, aşık olması ve askere
gitmesi eğlenceli bir dille, sisteme karşı gelen çiçek çocukların eşliğinde
anlatılıyor. Film 1979 yılında Cannes’ın açılış filmi olmuş.
Konu belki basit görünebilir, ancak hiç öyle değil. Film
dönemin sıkıntılarını cesaretle ele almış. Eğer bir yerde hippiler varsa, barış
yanlıları da vardır ve böyle olunca Vietnam Savaşı’ndan dem vurulması da çok
normal. Müzikaller çok eğlenceli, özellikle meşhur ‘let the sunshine in’
şarkısının, sürekli duyulan remix halini değil de müzikaldeki halini duymanızı
tavsiye ederim. Bütün müziklerin içi dolu bu filmde.
Filmi izlerken adamların rahatlığına özenebilirsiniz
bu arada. Para kazanma dertleri yok, biri insafa gelir de iki üç kuruş verirse ne
ala, birine bağlı olma dertleri yok, yok da yok... Claude ise tam bir sistem
adamı, böyle yaşanır mı diyor, askere gidiyor falan. Oğlum hiç mi ders almadın
yanındakilerden. Savaşa hayır!
Ayrıca herkese Berger gibi bir arkadaş lazım. Claude
ne kadar terslediyse, adam hiç pes etmedi, hep aynı şirinlikle Claude’ı
destekledi.
Kıyafetler de ayrı güzeldi, ne yapsak şunları giyip Seğmenler Parkında mı otursak? :P Gerçi Gezi Parkı daha mı uygun olur ne...
Saçlarım olmadan asla, diyor yazımı sonlandırıyorum :)
Filmi yazıp yöneten kişi François Ozon ne düşünüyordu acaba?
Genç ve güzelmiş. Ne
battı anlamadım? Yönetmenim bana bir şeyler anlatmaya calışmışsın; ama ne
anlamam için beni teşvik etmiş, ne yönlendirmiş, ne de beni bak ortada bir konu
var; sen kendi yolunu bul, ben burda takılıyorum özgürsün, bitiş sahnesinde
görüşürüz, demişsin.
Kızımızın ailesi, maddi
durumu yerinde olan annesi, öz babası, uvey babası, sevdiği ve muhabbeti iyi
olan erkek kardeşinden oluşmakta. Annesiyle arasında güçlü bir bağ yok, hatta
bağ olduğu sorgulanır, kızımızın babası zaten piyasada yok ve üvey baba evde
yasayan zararsız bir yabancı gibi. Annesinin üvey babasını aldatmasına da sahit
olan ve kadın erkek ilişkisinden ne beklemesi gerektiğini bilmeyen bir kızcağız
var burada.
Kızın ilk cinsel deneyiminden
başlayarak bu yoldaki amaçsız çırpınışlarını izliyoruz. Kızımız paraya ihtiyacı
olmamasına rağmen, bu seks olayını para karşılığında yapmaya başlıyor ve
ailesıne yakalanıyor. Bu olayları bize bombos bir şekilde anlatan yönetmene
tesekkür ediyorum iki saatimi çaldın. Çünkü ben o iki saatte dünyayı
kurtaracaktım.
İnsanların
yalnızlıkları, seksteki arayışları, hayatlarındaki içlerindeki boşlukları
anlatma temalı filmlerın güzellerinin olduğunun farkındayım, hatta yer yer
destekçisiyim ama bebeğim (evet film sana diyorum) sen bunlardan değilsin.
Hayır, bızımla deyılsın.
Resim bile bulmadım. O kadar sevmedim yani... :P D.
We're not bad people. We
just come from a bad place.
Sissy
Sullivan
Shame
Steve McQueen ve Abi
Morgan’ın yazdığı, Steve McQueen’in yönettiği filmin başrollerinde Michael Fassbender
ve Carey Mulligan yer almakta.
Filmimiz Brandon’ın
yani Fassbender’in günlük rutiniyle başlıyor bilirsiniz uyanmak tuvalet vs... İşte
orda afallıyoruz, zira Fassbender’i bu kadar ayrıntılı görmeye gerek var mı,
bilmiyorum. Acaba film böyle mi gidecek, okuduğum yorumlar yoksa doğru mu,
filmi bize psikolojik diye iteleyip erotizmin dibine mi vurmuşlar, diyorsunuz ama
Hunger ı izleyenler bilir Steve Mcqueen
yapmaz diyip bekliyoruz.. ve beklediğimize değiyor. Yapıyor! Şaka şaka,
yapmıyor çok güzel film. Gerçekten.
Brandon (Fassbender)
hali vakti yerinde yakışıklı, paralı, lüks içinde. Ama yalnız ve tatminsiz.
Yine de kendine göre bir düzeni var, fakat bu düzen kız kardeşinin Carey M.
hayatına girmesiyle alt üst oluyor. Filmde ikilinin geçmişi tamamen muamma,
sadece fikir yürütüyorsunuz ama filmdeki sahnelerin işlenişi size ipuçları
veriyor ve kendi sonucunuza yürüyorsunuz. Merak ediyor musunuz, evet ama filmi böyle
de alıyorsunuz ve sonraki sahneyi bekliyorsunuz. Geçmişlerinin iyi olmadığını
anlıyoruz fakat ikili arasındaki ilişkiyi adlandıramıyoruz. Ensest var mı yok
mu soru işareti, eğer böyle bir soru işaretine ve konunun geçmesine karşı
kırmızı çizgileriniz varsa izlememelisiniz. Zira ağır bir film.
Film; çekimler, renkler,
görüntüler, geçişler, müzik ve daha bir çok sinema unsuru açısından muhteşem.
Konuya şans vermeyenler, fakat filmin bu kadar beğenilme sebebini merak edenler
cevabı burda bulabilirler. Mulligan’ın New York şarkısını söylediği sahnedeki
her şey mükemmeldi; şarkı, Carey Mulligan’ın sesi, kıyafeti, hali tavrı ve
Fassbender’in ağlaması. Ve filme dair en büyük ipucunun verildiği sahnelerden
biriydi sanırım.
Fassbender ve Mulligan bir harika. Adamın
yaptığı her mimik bişeyler anlatıyordu.
Mcqueen’in filmdeki tek Brandon tercihinin o oluşunu anlayabiliyorsunuz. C. Mulligan’ın diğer bir çok filmini izlemiş
biri olarak söylüyorum; hep o çıtı pıtı narin kız imajı bu filmde benim için
yıkıldı. Filmde narin olmadığından mı? Hayır, filmde bulunduğu durum açısından
sanırım. New york şarkısındaki başarısı için dahi bu kadın sevilebilir. Ama
keşke soyunmasaydı. Gerçekten. D.
Filmi ya seveceksiniz ya
nefret edeceksiniz. Şimdiden iyi seyirler...
“I
don't wanna stop. I don’t see why we have to stop.”
Lil
Perfect
Mothers
Christopher Hampton’ın
hikayesini yazdığı, Anne Fontaine’in senaryolaştırarak yönetmen koltuğuna
oturdu filmin başrollerini Naomi Watts ve Robin Wright oynuyor. Filmin konusu
çocukluk arkadaşı iki annenin, birbirlerinin oğullarına aşık olmasıdır. Konu
çok rahatsız edici dursa da, film bunu yumuşatmayı başarmış.
Adore
– Two Mothers – Perfect Mothers
Filmin ismi konusunda
biraz çılgınlık yaşanmış. Üç isim
düşünülmüş ve üçüncü de karar kılınmış, ben size sondan başa yazdım arkadaşlar;
güzel bir tercih olmuş mu, olmuş bence. Sonuçta burda Young God’larımız var.
Evet, konuya giriyorum.
Şu bunaltıcı ağustos
ayında karşıma geçip de biri; şimdi nerde olmak istersin diye sorsa, görmek
istediğin manzarayı tarif et dese, yaşamak istediğin evi anlat dese, hiç
kendimi yormam bu filmi izlemesini söylerim. Ama kim niye sorsun di mi? (38 derece nedir ya!) –millet 55 derecede
kuruyo kızım, ohooo-o...
Bu kadar rahatsız edici
bir konu bu kadar yumuşatılarak anlatılabilirdi -ki bundaki en büyük etken sizi
hayran bırakan görüntüler. Konumuz iki harika güzellikteki annenin tanrı olarak
değerledirdikleri (mecazi anlamda tabisi ki) oğullarıyla yaşadıkları uygunsuz
ilişki –neye göre uygunsuz, kime göre uygunsuz? –vallaha bana göre uygunsuz
sista :P . Annelerimiz, Lil ve Roz küçüklüklerinden beri çok yakın arkadaş olan
iki kadındır. Aralarındaki ilişki çok güçlüdür; öyle ki Roz’un kocası, Roz’un
ilişkisinin kendisiyle değil, Lil’le olduğuna inanmaktadır. Roz ve Ian, Lil ve
Tom arasındaki ilişki zamanla gelişiyor, tempo hiç düşmüyor ve izlerken nasıl
olur da kınamam diye kendinizi sorgularken buluyorsunuz.
Karaktelerin
birbirlerine ve olayların geliştiği yöne verdikleri tepkiler beklenmedik, aynı
zamanda çok sakin; bu da sizde anlama ihtiyacını doğuruyor. Olacakları merakla
bekledim. Ve tahminlerim hep yanlış çıktı, kesinlikle klişe bir şeyler
beklemiyor sizi.
Karakterler daha derin
incelenebilir miydi; evet, hikaye daha çarpıcı anlatılabilir miydi; evet.
Şahsen Roz dışında hiçbir karakteri merak etmediğim gibi çarpıcılık yerine
bahsettiğim o yumuşaklığı tercih ederim. Baştaki ön yargılarıma şaşırarak
belirtiyorum ben filmi beğendim arkadaşlar. Hatta bence izlemelisiniz. Kendi
yargılarınıza şaşırabilirsiniz.
Bu arada Naomi Watts,
evet çok güzelsin; ama Robin Wright, bebeğim House of Cards’da gördüğümden beri
düşünüyorum bir kadının nasıl bu kadar
keskin ama naif bi karizmasi olabilir (-ne güzel yürümüşsün kadına,
ahahaha). Onları anne olarak izlemeyi geçtim kayınvalide olarak görmek? Hangi
gelin böyle bir eziklikle yaşayabilir yahu. Bir de bunlar babane!
Filmin bir adet ödülü bulunmakta. Buyurun trailer:
Good
morning, and in case I don’t see ya, good afternoon, good evening, and good
night!
Günaydın ve olur ya sizi göremezsem, iyi günler, iyi
akşamlar ve iyi geceler!
Truman
Burbank
The
Truman Show
Senaryosunu Andrew Niccol’ün yazdığı, yönetmenliğini
Peter Weir’in yaptığı 1998 yapımı filmin başrolünde Truman Burbank kendisini
oynu... –Jim Carrey oynuyor. Jim Carrey’ye filmde Laura
Linney, Noah Emmerich, Ed Harris ve Natascha McElhone eşlik ediyor.
Truman Burbank, bütün hayatını kameralar karşısında
yaşayan biri, ancak bundan haberi yok. Öldü sandığı babasını görmesiyle
etrafındaki yapmacıklıktan şüphe duymaya başlıyor. Hatta bu şüpheyi
küçüklüğünden beri duymuş ama hep bastırmış. Her sabah karşı komşusuna aynı
repliği tekrarlıyor, her sabah aynı köpek üstüne atlıyor. Başka bir yaşam tarzı
bilmediğinden bunlar doğal geliyordu ona belki de. Truman o kadar iyi, saf bir adam ki, çevresindekilere kızmadan edemiyorsunuz. Niye kötülük ediyorsunuz lan Truman'a? İnsaf!
Televizyonda sürekli gördüğümüz ürün yerleştirme
sinirleri bozarken, burada kahkaha attırdı. Truman’ın eşinin olur olmadık
yerlerde reklam yapmaya çalışması, günümüz acı gerçeğini ortaya koyuyor. Aslında
dizi, haber programı, belgesel değil, televizyon izlediğimiz sürece hep
reklamları izliyoruz. Gün geçtikçe reklam manyağı oluyoruz. Truman'ın eşi, dizideki hayatı ve gerçek yaşamının ayrı olmadığından bahsediyor. Bu da yaşanan sahte dizi aşklarına bir göndermedir. Günümüzde oyuncular dizilerdeki yaşamlarıyla gerçek yaşamlarını çok da ayırt edemiyor.
Cristof (Ed Harris) Tanrı sendromuna sahip bir
yapımcı. Mükemmel dünyayı yaratmış, kendi ütopyasını kurmuş ve Truman’ın oradan
kurtulmak istemesini anlayamıyor. Oysa izleyici her ne kadar Truman’ın büyük
hayranı olsa da, televizyonun karşısından ayrılmasalar da, bu dünya onlar için
önemsiz. Belki bunu seyirci de bilmiyor, Cristof’un da haberi yok. The Truman
Show bitse de, dışarıdaki hayat devam edecek, bağlanılacak yeni bir dizi
elbette bulunacak. Lost bitti, bir iki hafta ne izleyeceğimizi bilemedik, sonra
yeni dizilere aktık. Hehe...
Filmin imdb
sayfasında film için komedi, drama yazabilir ancak buna aldırmayın. Zira film,
izlediğim en gerilim yüklü ve korkutucu filmdi. Her sahnesini, “Sürekli
izlenmek ne korkunç bir şey ya!”diye izledim, sürekli koltukta zıpladım durdum.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne yapıyor, diye haykırdım. Sonunda The Truman
Show 2-Truman’ın Gazabı diye bir intikam filmi çekmelerini bile diledim. Aslında Truman'ın yaşamı, ileride televizyon sektöründe olabilecekleri absürd bir şekilde gösteriyor. Artık yapımcıların rtükden başka çekindikleri kimse yok. İzleyiciye saygı duymuyorlar. Çocukları yarıştırıyorlar, (güya) bir takım insanları bir adada aç bırakarak fitne fücurluklarını insanlara izletiyorlar ve izleyiciye de müstehak, zira bunlardan zevk alıyorlar. Film 3 dalda Oscar'a aday gösterildi. 6 dalda aday gösterildiği Golden Globes'da en iyi aktör, en iyi yardımcı oyuncu ve en iyi orijinal senaryo ödüllerini aldı. 7 dalda aday gösterildiği BAFTA'dan en iyi senaryo, en iyi prodüksiyon, en iyi yönetmen ödüllerini aldı. Filmin toplam 32 ödülü bulunmakta.
Buyrun filmin fragmanı: B.
Pek çok usta oyuncu vardır, ancak Jim Carrey başka
bir dünya. Bu adamı basit komedilerle hep harcıyorlar ancak Jim Carrey aslında
böyle filmlerin adamı. Mimiklerini de dibine kadar kullanabilir, dramı da
sonuna kadar yaşayabilir. Jim Carrey sınırlarını Salak ile Avanak gibi bir
filmde zorlamaz. Eternal Sunshine of Spotless Mind yahut The Truman Show ile
zorlar ve çok da başarılı olur. Ulan Hollywood şu adamı bir anlayamadınız. Bu adamdaki yetenek kimsede yok.
Bret Easton Ellis’in romanından uyarlanan American Psycho
filminin yönetmeni Mary Harron. Başrolünde Cristian Bale oynuyor ve ara sıra
Reese Witherspoon, Jared Leto, Willem Dafoe gibi isimleri görme şerefine nail
oluyoruz.
Patrick Bateman hali vakti yerinde bir iş adamı. Ancak
içinde psikopat benliği yüzünden fırtınalar kopuyor. Kendini beğenmiş, hırslı ve kıskanç, kartvizitten
sebeplerle adam doğrayabilir. Oysa bana tüm kartvizitler birbirinin aynısı gibi gelmişken, o terden sırılsıklam olmuştu. Hayat kadınlarını evine toplayıp, sevişirken
aynada kendisini, kaslarını hayranlıkla izleyen, müziksever bir tipleme Bateman
(nanananananana BATMAN!). Sonra da bu kadınları parçalıyor işte. Sıradan, şımarık bir seri katilimsi.
Bu filmde rol almayı kabul etmeden önce Cristian Bale’i
etme, eyleme, kariyerinin intiharı olur bu, diye uyarmışlar. Bu kadar kötü bir
filmden sonra, adamın kariyeri tavan yapıyor neyse ki.
Film boyunca Dect. Kimble için, bu adam niye bir öyle bir böyle davranıyor, diyenlere gelsin. Willem Dafoe’ya Dect. Kimble rolünü üç şekilde oynamasını
söylemişler:
Bateman’ın Paul Allen’ın katili olduğunu bilen Kimble.
Bateman’ın Paul Allen’ın katili olduğunu bilmeyen Kimble.
Bateman’ın Paul Allen’ın katili olduğundan şüphelenen
Kimble.
Film güzel bir korku-gerilim filmi olabilirdi. Sonuna bakılırsa adam akıllı bir psikolojik film de olabilirdi. Ancak hiçbiri olamamış. Bir kere her anını tahmin edebiliyorsunuz -hmm, şimdi öldürecek, aha yine doğradı kadını. Ne zaman öldürmeyeceğini bile tahmin ediyorsunuz. Romanını okumadım ama güzel olduğunu duydum. Filmse çok kötü, çok boş. Ancak
Cristian Bale deliriyor falan, bu kadar kötü bir film için bile oyunculuğunu
konuşturuyor, bunun için izlenebilir belki. Bence izlenmezmiş. B.
2014 yapımı 3
Days to Kill filminin yönetmenliğini McG (ya adamın isminde eksik bir şeyler
var ya da hava atıyor), senaristiğini Adi Hasak ve Luc Besson yapmış. Luc Besson’u
Leon the Professional ve Taken: İstanbul filmlerinden tanıyoruz. Taken filmini
günahım kadar sevmesem de, bu filmden özellikle bahsetmemin bir sebebi var. O
da, Luc Besson’ın Türkler hakkında zerre bir şey bilmediği... yazının devamında ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Ethan renner (Kevin
Costner) - kendisi eski bir CIA ajanı olur- sadece küçüklüğünü hatırladığı kızı
Zooey’nin hayatına, bayağı yaşlanmış bir şekilde ve bol öksürükle -ama yine karizmatik- peşinde de Vivi Dalay(Amber Heard) gibi bir ateşli ajan
varken giriş yapar. Emekli ajanımız hasta olduğunu öğrendiğinde kızıyla
kaybettiği zamanları telafi etmek ister. Fakat Vivi ona bir teklifle gelir, bu
teklif onun ikinci şansı olabilir mi? Gerçi bir ajan o kadar uzun süre yaşadıysa
kaçıncı ikinci şanstır o:D Fimimizde
bonus olarak bir Türk tiplemesi var, üstelik 40 saniyeden fazla gözüküyor -adı
Mitat Yılmaz. Kendisini oynayan adam Marc Andréoni adında bir Fransız ama olsun
artık, bize gönderme yapmışlar. Ne bize gönderme mi yapmışlar? Oha filmde Türk
adı geçiyormuş. Yuh, bize göndermişler...
Ehehe.
Film boş
zamanınız varsa, kendinizi yormak istemiyor az güleyim biraz da aksiyon olsun
diyorsanız izleyebileceğiniz bir film.
Ben Kevin Costner’ı sevmem, ancak bu filmde yaşlılık ayrı bir
çekicilik katmış adama, sevmeyenlerin şans vermesi gerektiğini söyleyebilirim. Baba
figürü hoşuma gitti. Amber Heard’a da
dibim düştü, gözlerim şenlendi. Zooey derseniz tam bir Türk kızıydı, bu ara bu
mu moda acaba? Cast seçimi yerli
yerindeydi. Türk abimiz her ne kadar
Arap havasında olsa da alıştık. Luc Besson’ın Taken filminde de Osmanlı’dan
arta kalan saçma sapan bir yer olarak resmedilmişti İstanbul, o yüzden bu
filmde de Arap muamelesi görmek çok şaşırtmıyor. Zaten cahil Hollywood’a kalsa,
biz ya hep Arap’ız ya da buralar hala hep Osmanlı. Bir Hollywood bir de hükümet
Osmanlı’nın artık var olmadığını anlayamıyor.
Kısacası film
bana eskiden de Kanal D’de yayınlanan
ikinci sınıf kalite hafif eğlenceli aksiyon filmlerini hatırlattı.
Ben onları çocukluğumda manasızca nasıl seviyorduysam bunu
da sevdim.
The name of the game, moving the money from the client's pocket to your pocket.
Oyunun adı, parayı müşterinin cebinden alıp, kendi cebine sokmaca.
Mark Hanna
The Wolf of Wall Street
The
Wolf of Wall Street, Scorsese – DiCaprio ortaklığı sonucu ortaya çıkan 180
dakikalık upuzun bir film. Jordan Belfort adlı bir borsacının
otobiyografisinden esinlenilerek senaryolaştırılan filmin kadrosunda DiCaprio’nun yanı sıra Jonah Hill, Matthew McConaughey, Margot Robbie
bulunuyor.
Film
Jordan Belfort isimli fakir ama gururlu bir gencin borsa dünyasında zengin bir
züppeye dönüşmesini konu alıyor. Parayı bulup bozan adam klişesi burada da
kendini gösteriyor. Ama gösteriş kısmı çok canlı. Pornografi konusunda
spartaküsle yarışırdı, görsel olarak doyduk diyebiliriz.
Adamlar
filmi çekerken çok eğlenmişler, ancak seyirciyi pek hesaba katmamışlar galiba.
Yan koltukta sevgilinizin gözü dört dönerken ‘whore classification’a sahip
çeşitli fahişeleri seyretmek biraz garip olabilir. Alışırsınız. 3 saat nasılsa.
Alıştıktan sonra sadece sahnelerin bir estetiğinin olmaması sizi rahatsız edebilir.
Onu da sallayın artık.
Filmdeki
sahnelerin çoğu, izleyiciyi sıkabilecek kadar uzun. Borsacılar bir araya gelip
o kadar boş konuşuyor ki, bazen ipin ucunu kaçırdık. Neden bahsettiklerini
kendileri bile bilmiyor olabilirler. Ne var ki ortam hep canlı. Ofis ortamında
çalışanlar arasındaki o enerji, kalabalık gürültü, yer yer eğlenceli olsa da,
sahneler uzayınca yorucu oluyor.
İnsanlara,
siz eğlenmiyorsunuz, bakın böyle dünyalar da var, diye gaza getirme amaçlı
yapılmış film sanki Leonardo DiCaprio’nun kendi dünyasını anlatıyor.
Filmin
en eğlenceli sahnesi Matthew McConaughey’in –nasıl tarif edeceğimizi de
çözemedik ama- ağıt yakma konseptli geğirme sahnesiydi. Ehe. Biz bile sahnede
dumur olduk, Robert Belfort ne hissettiyse onu hissettik:
Top 250’de 113. sıraya yerleşen filmin
en iyi aktör, en iyi yardımcı oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi
film olmak üzere Oscar’a beş adaylığı,
toplam 25 ödülü bulunmakta. B. & D.
The
Biggest Fish in the river gets that way by never being caught.
Göldeki en büyük balık hiç yakalanmadığı
için büyüktür.
The Witch
Big Fish
It
was that night I discovered that most things you consider evil or wicked, are
simply lonely, and lacking in the social niceties.
O gün gördüm ki, şeytani veya kötü
olarak nitelendirdiğimiz çoğu şey, aslında yalnız ve incelikten yoksun.
Edward Bloom
Big Fish
Daniel Wallace’ın Big fish: A Novel of
MythicProportions isimli kitabından uyarlanan filmin yönetmenliğini Tim Burton
yapmış. Film Ewan McGregor (her filmden bir bu adam bir de michael j fox çıksa
bıkmadan izlerim), Albert Finney, Billy Crudup, Jessica Lange, Helena Bonham
Carter (aman hiçbir Tim Burton filminden eksik olma), Matthew McGrory, Steve
Buscemi ve Danny DeVito gibi güçlü oyuncuları kadrosunda barındırıyor. Aslında Marion
Cotillard’ı da yazacaktım ama hatun Batman’de öyle kötüydü ki, tüm saygımı
yitirdi. Neyse hadi, bu filmde o kadar göze batacak bir performans sergilemesi
gerekmiyordu zaten, iyiydi iyi.
Artık yetişkin bir adam olan Will Bloom’un,
hala babasını tanıyamamış olmasını konu alan film, içinde pek çok hikaye
barındırıyor. Edward Bloom’un yaşadığı olayları fantastik bir dille anlatmasını
izlerken, aynı zamanda dev bir adamın dışlanmışlığını (gerçek hayatta da devmiş
bu adam, utanarak söylüyorum ki ben makyajını çok kötü yaptıklarını düşünmüştüm),
dünyadan kopmuş bir kasabanın hikayesini, nasıl aşık olduğunu dinleyeceksiniz
onun ağzından. Her ne kadar oğlu inanmasa da, ben anlattıklarına inanmak
istedim, inandım da aslında. Zaten anlatılan tüm karakterler gerçek, yalnızca
biraz daha masalsılar.
Müzikleri de sağolsun, film insana huzur
ve umut veriyor. İnsanı suratında anlamsız bir gülümsemeyle bırakıyor. Yalın ve
çok fazla şey gerçeklesse dahi sizi yormadan ilerliyor. Her repliği ayrı güzel,
hani biz yukarıya filmden replikler yazıyoruz ya, al bu filmin repliklerini
hepsini döşe yukarıya.
Filmde
de söylendiği gibi gerçek bir öyküyle, içinde bir balık ve bir nikah yüzüğü
geçen bir öykü arasında bir seçim yapmak gerekirse, ben de abartılı olanı
seçerdim. Çünkü sihirli ve gerçekliğin sıkıcılığından uzak olan o.
Filmin Akademi de dahil olmak üzere 36
adaylığı var ve ne yazık ki ödül kazanmışlığı yok. Gönüllerin şampiyonu Big Fish’in
müziklerini Danny Elfman yapmış. B.
People
like to believe in God ‘cause it answers difficult questions, like where did
the universe came from, do worms go to heaven, and why do old ladies have blue
hair.
İnsanlar Tanrı’ya inanmayı seçiyor,
çünkü Tanrı evrenin nasıl oluştuğu, solucanların cennete gidip gitmediği ve
yaşlı hanımların neden mavi saçlı olduğu gibi zor soruları yanıtlıyor.
Max
Mary & Max
Mary ve Max, Adam Elliot’un yazıp
yönettiği 2009 yapımı stop motion bir animasyon film. Haftada 2,5 dakikalık
bölümler çekilerek 13 ayda tamamlanan film, Adam Elliot’ın ilk uzun metraj
animasyonu.
Herkesin yalnızlıktan muzdarip olduğu
bir dünyada 8 yaşında bir kız çocuğuyla, 44 yaşında bir adamın deniz aşırı
arkadaşlığını anlatan film, izleyebileceğiniz en depresif filmlerden olabilir. Şirin
gözükmesine aldırmayın yani. Ara ara tebessüm ettirse de her dakikasından
yalnızlık akınca –her ne kadar Max’in beyni gülse de, benim beynim kan ağladı.
Max ve Mary her ne kadar farklı
nesillerin ve kıtaların insanları olsalar da birbirlerine çok benziyorlar. Bir kere
ikisi de insanlarla nasıl iletişim kurulacağını bilmiyor. Hadi Max asperger
falan da bilmiyor, Mary sabisinin anası babası var yanında, yine de sahipsiz kızım. Max, Mary’ye
sorunlarıyla nasıl başa çıkacağını ve kendini sevmesini öğretiyor. Mary de hep
bir arkadaş istemiş olan Max’e, uzaklardan can yoldaşı oluyor, yalnızlığını bir
nebze olsun gidermeye çalışıyor.
Max'in kurduğu cümlelerden bir kitap olur. Adamın kendine özgü bir hayat görüşü ve bebeklerin nereden geldiğine dair değişik fikirleri var. Kendi yağında kavrulup giden, kendini sesli ifade edemeyen bir bilge mübarek. Mary de hep yaşından beklenmeyecek olgunlukta davranışlar sergiliyor (anası olacak cadolozdan daha olgun en azından), günümüz ergenleri baksın da azıcık feyzalsın (bir ara ergene bağlıyor tabii ama ergenlik çağı gelince elden ne gelir? En azından ergenlikten çıkmasını biliyor).
Dikkatli izlenirse film, bünyesinde
enteresan ayrıntılar barındırıyor. New York ve Avustralya arasındaki farkı renkleriyle anlatmak yaratıcı bir düşünce. Detayları buraya yazmayacağım, zira hala spoiler butonunu nasıl yerleştireceğimizi bulamadık!
Filmin dört adet ödülü bulunmakta. Akademi
Ödüllerine aday olmamış ama! Akademiyi çok sevdiğimizden değil ama hakikaten mahalle düğününe döndü artık. Neyse Adam Elliot’un 2003 yapımı Harvy
Krumpet adlı yine stop motion olan kısa animasyondan bir adet Oscar
kazanmışlığı olduğunu belirteyim.
Buyrunuz azıcık Que Sera Sera:
(Filmden bir sahne barındırıyor, izleyip izlememek size kalmış) B.
Iyyyh,
yemekte kurbağa çorbası var! Fransız mutfağından taze taze...
Les
Triplettes de Belleville, 2003 yapımı bir Fransız animasyonu. Yönetmenliğini ve
senaristliğini yapan Sylvain Chomet, çirkin karakterleri bir araya getirerek
ortaya çok tatlı bir iş çıkarmış. Animasyon, pek amacı olmayan torun Champion, en
büyük emeli torununun mutluluğu olan babaanne Madame Souza, eski günlerinde çok sükse
yapmış üç şarkıcı kardeş, trenlere trip atan bir köpek, hamburgerler, çorbadan kaçan kurbağalar, şekilden şekle girebilen dalkavuk garsonlar ve
yaratıcı bir mafya gibi renkli karakterlere sahip. Hele o babaanneye (siz
anneanne de diyebilirsiniz, hangisi daha sempatik geliyorsa) can kurban!
Hayattan bezmiş torununun her işiyle ilgileniyor hatun. Oysa bu çocuk küçükken nasıl tatlıydı, bisiklet resimlerine bakıp bakıp hayal kurardı. Şimdi acayip bacak kaslarıyla birlikte, bir köpekten daha ruhsuz bir şekilde hayatta kalsam yeter mantığıyla yaşayıp gidiyor gibi gözüküyor. Gerçi filmde herkes bir şekilde mutsuz ve yalnız gözüküyor.
Filmin konusu,
torunuyla bisiklet turuna katılan bir babaannenin dramı şeklinde özetlenebilir.
Siyah giyen adamlar torununu kaçırıyor, torununa kıyasla daha enerjik ve genç
duran babaanne de onu bulabilmek için kendini ve hayalperest köpeğini
seferber ediyor. Eskilerin şarkı söyleyip dans eden bir grubu olan Belleville
üçüzleri de, onlara yardım ediyor.
Filmin çizimleri çok orijinal. Disney'in ya da animelerin sunduğu güzellikten uzak, abartılı bir çirkinlik sunuyor, ama bu çirkinliği sevdirmeyi başarıyor. Film, ara ara kültürel klişelerden de dem vuruyor. Fransızlar her bulduklarını yerler, sonra da bunu ama bizim mutfağımız var, diyerek savunurlar. Kurbağalı mutfak mı olur be? Pis... Aynı şeyi Çinliler yapınca öğk, kaka! Azıcık Fransızca duyayım diye, çizimlerinin cazibesine kapılıp atladığım bu filmde hiç Fransızca konuşulmayacağını sanırım ilk yarım saat sonra fark ettim. Neredeyse hiç konuşmanın bulunmadığı film hakkında
yönetmen Sylvain Chomet şunları söylüyor: "Tüm gün animasyon üzerinde
çalışıyorsunuz, bir kere çizgilerin hareket ettiğini gördünüz mü, sihirli an o
an işte ve o anda ses yok."
Les Triplettes de Belleville'in Oscara iki adaylığı ve bu
ödülleri Kayıp Balık Nemo'ya kaptırmışlığı var. Kazandığı 20 ödül bulunmakta.
Filmde hiç replik bulunmayabilir, ancak müzikler hayli
güzel. B.