20 Aralık 2014 Cumartesi

The Young Victoria

2009 yapımı filmimiz Kraliçe Victoria'nın ilk dönemlerini ve Prens Albert'la ilişkisini anlatıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany bulunmakta. Yönetmenliğini Jean Marc Vallée yapmış.
Yine bir gün kamilkoçtayım. Gerçekten artık benim için böyle oldu, yolda da film izlenmezse zaman geçmiyor. Fakat öyle artık otobüslerde tv var oh ne güzel teknoloji diyemiyoruz. Zira filmler bir harika(!). Diğer seçenekler arasında bunun yine gideri vardı az. Zaten imdb puanına da baktım, 7.3 neden vermişler diye sordum. Hala da soruyorum.
Emily’i seviyormuşum, arkadaşım öyle diyor ben farkında değilim. Kadının öyle bir hoşluğu çekiciliği var kaptırmışım demek ki. Zaten filmi de izlettiren yine bu kadın ve kıyafetleri onun dışında filmde hiç bir olay yok. Bir entrika mı arıyorsunuz? İngiliz kraliyet ailesi diyince akla gelen o dimi? Hayır o da yok, yani olan doz kesmiyor. Bu kızcağızımız -ki en uzun dönemli ingiliz hükümdarı oluyor- küçüklüğünden beri uyanık akıllı bir kız yani tutup da, kızımm naptınn sen yaaa, diye babanne modunda iç çekemiyorsunuz. Genelde izlerken bu kadar gerizekalı olabilir mi diye güya filmlere sinir oluyoruz ya, sen de fazla aklıbaşında çıktın, sıkıldım.
Kesmiyor dostum beni bu filmler. Ha bir de hakkını yemeyelim dekorlar falan bir şahaneydi, ama artık bu döneme ait filmler o kadar bol ki, evimdeki dandik vazoyu görmüşcesine duyarsızlaştım. Bana başka şeyler lazım ama siz allı pulu kürklü varaklı şeyler arıyorum diyorsanız iyi bir görsel var size.
İyi seyirler...
D.

Season of Witch

2011 yapımı Season of Witch filminin yönetmen koltuğunda Dominic Sena oturuyor ve başrollerinde Nicolas Cage ve Ron Perlman var.
Bir kamilkoç filminde buluştuk. Season of Witch demişler ama Season of Shit gibi olmuş. Tabii kalitesiz filmler olacak da bu adam (Nicolas) niye hepsinde son zamanlarda boy göstermiş, o bir soru işareti. Zaten çok sevilen bir adam değil ama belli bir kariyeri var neden buralarda oynuyor parasız da değil... dimi? Bir de Ghost Rider diye bir seri var tamamen bana kendimi sorgulatıyor. Bu seri de kamilkoçta yine yer almakta, yani filmden ümidi kesebiliriz.
Film bize girmeleriyle başlıyor, Edremit Körfezi'nde gözüküyoruz uzaktan. Haçlı seferlerinde yer alan iki şovalyenin çok öldürdük, yetti gari, dayanamıorum ben, deyip kendini yollara vurmasıyla ilerliyor. Bu iki şovalyenin başına bir şeyler geliyor ve suçlu durumuna düşüyorlar, bundan kurtulmak için de kiliseyle bir anlaşma yapıyorlar ve olaylar heeycanlanıyor. -Gerçekten mi? Tabii ki hayır, Exorcism eğer doktoraysa bu anaokuluna erken başlayan gelişmemiş velet. Çok etkilenmişler çok. Ben bile çekerdim o kadar kötü. Üzülüyorum blog.
Fakat tek bir güzel sahne vardı o da bizim cadı bozması iblisimizin kiliseyle alakalı söyledikleriydi. Haçlı seferlerinde, Tanrının düşmanlarını öldürüyoruz mottosuyla hareket edilirken iblisin dediği ben bu kadar insanı cehenneme göndermeyi başaramamıştım lafı süperdi.
Göndermeler yer yer çok hoş ama etkileyici değildi. Bir kaç tane iyi laf koymakla film olmuyor yani.
D.

21 Eylül 2014 Pazar

Hugo

Machines never come with any extra parts, you know.  They always come with the exact amount they need.  So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn’t be an extra part. I had to be here for some reason.
And that means you have to be here for some reason, too.
Makineler yedek parçalarıyla gelmiyorlar. Ne kadar parça gerekiyorsa onunla geliyorlar. Ben de düşündüm ki, eğer dünya büyük bir makineyse, ben yedek parça olamam. Burada olmamın bir sebebi olmalı.
Bu demektir ki, senin de burada olmanın bir sebebi var.
Hugo Cabret
Hugo
Brian Selznick’in “The Invention of Hugo Cabret” isimli kitabından sinemaya uyarlanan Hugo’nun yönetmen koltuğunda The Departed, Shutter Island, Goodfellas filmlerinin de yönetmenliğini üstlenmiş Martin Scorsese oturuyor. Filmin oyuncu kadrosunda, Asa Butterfield, Sir Ben Kingsley, Christopher Lee, Sacha Baron Cohen, Chloe Grace Moretz, Helen McCrory ve azıcık da Jude Law var. 1930ların Paris’inde geçen film, babası bir yangında kaybetmiş Hugo’nun, tren istasyonundaki saatleri gizlice kurarken bir yandan da, babasından yadigar kalan otomatı tamir etmeye çalışırken başına gelenleri konu alıyor.
Film görsel olarak bir harika, keşke 3D izleyebilseydim, eminim çok daha büyük bir keyif alırdım. Lakin akış yer yer yavaşlıyor ve konu Hugo’dan uzaklaşarak otomata ve Georges Melies’e kaymaya başlıyor. Georges Melies sinemanın ilk dönemlerinde film yapmaya başlayan başarılı bir öykülü film yapımcısı. Yüzlerce film üretmiş. Film, Georges Melies’in hayatını Hugo Cabet’in hayatıyla birleştiriyor.
Bu da otomat. Hugo bununla birlikte kalıyor. Ben ilk gördüğümde ödüm patlamıştı da...WTF?!
Bir takım tutarsızlıklar yok değil... Örneğin, babasını çocuk yaşta kaybetmiş olan Hugo’ya, Georges’in ettiği, “Sen bu tarz acıları anlayamazsın,” lafı... Çocuk daha ne tarz bir acıyı anlasın, sen alt tarafı sinemaya küsmüşsün. Gerçi adamcağız hayallerine küsmüş bu da büyük bir acı ola gerek ama küçücük sabiye öyle davranılır mı? Kaç yaşında adamsın yahu.
Ayrıca niye bir esrarengiz tavırlar takınıyorlar onu da anlamadım. Georges’in eşi Jeanne sanki dünyanın en büyük sırrını omuzlarında taşıyor. Bir kere otomatın çizimlerini, Hugo’nun not defterinde gördünüz, insan bir sormaz mı, nedir ne değildir diye. Ondan sonra Hugo hırsız, Hugo kötü... Adama yaşından beklenmeyecek bilgelikte laflar yazmışlar, kızın karşısında bülbül gibi şakıyor ama Georges’e gelince iki kelimeyi bir araya getirip neden not defterini geri istediğini falan açıklamıyor. Pıft. Şaka şaka... Hugo candır. Bunu en iyi Tolga Abi bilir :P
Jude Law bir iki dakika mı ne göründü, ama iyi göründü. Bu adamdan bahsetmeseydim içimde kalırdı.Sadece ölümünün anlatıldığı sahnede çıkan yangın, bu ne la, dedirtti. Zira film daha önce de bahsettiğim gibi görsel bir şölen. Görüntü yönetmeni Django Unchained, Shutter Island gibi filmlerin de görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Robert Richardson’mış. Yerim. :P
Hugo’yu canlandıran oyuncu Asa Butterfield (bu ne biçim soyad yea) bu kadar yetenekliyken, Chloe Grace Moretz’in devamlı kameralara oynar gibi ağzını şekilden şekile sokması sinir bozucuydu biraz. Bir süre sonra onu görmezden gelmeye başladım zaten. Christopher Lee (Sarumaaan –değil tabii ağırbaşlı, kötülükle ilgisi olmayan bir kütüphaneci) ise toplasanız on dakika falan gözüküyordur ama arkadaş adamda ne ses var, Chloe ekrandayken telefonu açıyordum, bu adamın sesini duymamla dikilmem bir oldu. Bu kızın başka bir filmini izlemedim ama düzelmiş herhalde, hakkındaki yorumlar bayağı iyi.
Hugo’nun gözünden ara sıra tren istasyonunda olanları izledik. İstasyon Şefi’nin kötü bir adam gibi gösterilmesi, bir hatuna aşık edilip sempatikleştirilmesi ama inatla Hugo’yu yakalamak istemesi, sonra bir anda şefkatli bir adama dönüşmesi falan, olum film bir buçuk saat olursa çok kısa olur diye mi düşündünüz de inatla Hugo’yu buna kovalattınız. Hayır, sonu bir yere de varmadı. Ayrıca bu adamı Sacha Baron Cohen oynuyormuş. Aylayktumuvitmuvit.
Bir de Harry Potter’dan Mr. Dursley ve Madam Maxime de vardı -filmdeki isimlerini bilmiyorum, ama onların da hikayeye katkısı istasyon şefine, sen ne yapıyorsun, dercesine bakmaktan ileri gidemedi. Ama çok tatlılardı. Mr. Dursley bile tatlıydı, oha!
O kadar eleştirdim ama film gerçekten çok güzel. Bir kere sinemanın ilk zamanlarını anlatması ve o zamanlar filmlerin nasıl çekildiğinden bahsetmesi açısından çok iyi. Georges Melies’i tanıtması ve ona saygı duruşunda bulunması da çok güzel. Hafif bir steampunk kokusu alınıyor, özellikle ilk başlarda. Müzikleri Howard Shore yapmış, güzel olmasa ayıp olur zaten. Ara sıra güldürüyor (istasyon şefini o kadar eleştirdim ama güldürüyor), Hugo’nun içten ettiği laflar sayesinde bazen de ağlatabiliyor. Görsellikten bahsetmiş miydim? :P
Filmimiz 5 Oscar, 1 Golden Globe, 1 Bafta dahil olmak üzere 53 ödül kazanmış.
Bu filmi izleyin ya... Çok tatlıydı :)
B.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Hair

Give me a head with hair, long beautiful hair, shining gleaming steaming flaxen waxen. Give me it down to there, hair, shoulder length or longer, here, baby, there, mamma, everywhere, daddy daddy hair! Flow it, show it, long as God can grow it, my hair!
1979 yapımı ‘Hair’ filminin yönetmen koltuğunda ‘One Flew Over The Cuckoo’s Nest’, ‘Man on the Moon’ ve ‘Hair’ gibi bir müzikal olan ‘Amadeus’ filmlerini de yöneten Milos Forman oturuyor. Hikayesi Gerome Ragni ve James Rado tarafından yazılmış. Köyden şehre inen (Oklahoma’dan New York’a gelen) Claude’ın yabancı olduğu bir kültürle tanışması, aşık olması ve askere gitmesi eğlenceli bir dille, sisteme karşı gelen çiçek çocukların eşliğinde anlatılıyor. Film 1979 yılında Cannes’ın açılış filmi olmuş.
Konu belki basit görünebilir, ancak hiç öyle değil. Film dönemin sıkıntılarını cesaretle ele almış. Eğer bir yerde hippiler varsa, barış yanlıları da vardır ve böyle olunca Vietnam Savaşı’ndan dem vurulması da çok normal. Müzikaller çok eğlenceli, özellikle meşhur ‘let the sunshine in’ şarkısının, sürekli duyulan remix halini değil de müzikaldeki halini duymanızı tavsiye ederim. Bütün müziklerin içi dolu bu filmde.
Filmi izlerken adamların rahatlığına özenebilirsiniz bu arada. Para kazanma dertleri yok, biri insafa gelir de iki üç kuruş verirse ne ala, birine bağlı olma dertleri yok, yok da yok... Claude ise tam bir sistem adamı, böyle yaşanır mı diyor, askere gidiyor falan. Oğlum hiç mi ders almadın yanındakilerden. Savaşa hayır!
Ayrıca herkese Berger gibi bir arkadaş lazım. Claude ne kadar terslediyse, adam hiç pes etmedi, hep aynı şirinlikle Claude’ı destekledi.
Kıyafetler de ayrı güzeldi, ne yapsak şunları giyip Seğmenler Parkında mı otursak? :P Gerçi Gezi Parkı daha mı uygun olur ne...
Saçlarım olmadan asla, diyor yazımı sonlandırıyorum :)
Spoilerlı video!! leeet dı sanşaaaynin...
B.

Bu da trailer:



21 Ağustos 2014 Perşembe

Jeune & Jolie

Filmi yazıp yöneten kişi François Ozon ne düşünüyordu acaba?
Genç ve güzelmiş. Ne battı anlamadım? Yönetmenim bana bir şeyler anlatmaya calışmışsın; ama ne anlamam için beni teşvik etmiş, ne yönlendirmiş, ne de beni bak ortada bir konu var; sen kendi yolunu bul, ben burda takılıyorum özgürsün, bitiş sahnesinde görüşürüz, demişsin.
Kızımızın ailesi, maddi durumu yerinde olan annesi, öz babası, uvey babası, sevdiği ve muhabbeti iyi olan erkek kardeşinden oluşmakta. Annesiyle arasında güçlü bir bağ yok, hatta bağ olduğu sorgulanır, kızımızın babası zaten piyasada yok ve üvey baba evde yasayan zararsız bir yabancı gibi. Annesinin üvey babasını aldatmasına da sahit olan ve kadın erkek ilişkisinden ne beklemesi gerektiğini bilmeyen bir kızcağız var burada.
Kızın ilk cinsel deneyiminden başlayarak bu yoldaki amaçsız çırpınışlarını izliyoruz. Kızımız paraya ihtiyacı olmamasına rağmen, bu seks olayını para karşılığında yapmaya başlıyor ve ailesıne yakalanıyor. Bu olayları bize bombos bir şekilde anlatan yönetmene tesekkür ediyorum iki saatimi çaldın. Çünkü ben o iki saatte dünyayı kurtaracaktım.
İnsanların yalnızlıkları, seksteki arayışları, hayatlarındaki içlerindeki boşlukları anlatma temalı filmlerın güzellerinin olduğunun farkındayım, hatta yer yer destekçisiyim ama bebeğim (evet film sana diyorum) sen bunlardan değilsin. Hayır, bızımla deyılsın. 
Resim bile bulmadım. O kadar sevmedim yani... :P
D.

Shame

We're not bad people. We just come from a bad place.
Sissy Sullivan
Shame
Steve McQueen ve Abi Morgan’ın yazdığı, Steve McQueen’in yönettiği filmin başrollerinde Michael Fassbender ve Carey Mulligan yer almakta.
Filmimiz Brandon’ın yani Fassbender’in günlük rutiniyle başlıyor bilirsiniz uyanmak tuvalet vs... İşte orda afallıyoruz, zira Fassbender’i bu kadar ayrıntılı görmeye gerek var mı, bilmiyorum. Acaba film böyle mi gidecek, okuduğum yorumlar yoksa doğru mu, filmi bize psikolojik diye iteleyip erotizmin dibine mi vurmuşlar, diyorsunuz ama Hunger ı izleyenler bilir  Steve Mcqueen yapmaz diyip bekliyoruz.. ve beklediğimize değiyor. Yapıyor! Şaka şaka, yapmıyor çok güzel film. Gerçekten.
Brandon (Fassbender) hali vakti yerinde yakışıklı, paralı, lüks içinde. Ama yalnız ve tatminsiz. Yine de kendine göre bir düzeni var, fakat bu düzen kız kardeşinin Carey M. hayatına girmesiyle alt üst oluyor. Filmde ikilinin geçmişi tamamen muamma, sadece fikir yürütüyorsunuz ama filmdeki sahnelerin işlenişi size ipuçları veriyor ve kendi sonucunuza yürüyorsunuz. Merak ediyor musunuz, evet ama filmi böyle de alıyorsunuz ve sonraki sahneyi bekliyorsunuz. Geçmişlerinin iyi olmadığını anlıyoruz fakat ikili arasındaki ilişkiyi adlandıramıyoruz. Ensest var mı yok mu soru işareti, eğer böyle bir soru işaretine ve konunun geçmesine karşı kırmızı çizgileriniz varsa izlememelisiniz. Zira ağır bir film. 
Film; çekimler, renkler, görüntüler, geçişler, müzik ve daha bir çok sinema unsuru açısından muhteşem. Konuya şans vermeyenler, fakat filmin bu kadar beğenilme sebebini merak edenler cevabı burda bulabilirler. Mulligan’ın New York şarkısını söylediği sahnedeki her şey mükemmeldi; şarkı, Carey Mulligan’ın sesi, kıyafeti, hali tavrı ve Fassbender’in ağlaması. Ve filme dair en büyük ipucunun verildiği sahnelerden biriydi sanırım. 
Fassbender ve Mulligan bir harika. Adamın yaptığı her mimik bişeyler anlatıyordu.  Mcqueen’in filmdeki tek Brandon tercihinin o oluşunu anlayabiliyorsunuz.  C. Mulligan’ın diğer bir çok filmini izlemiş biri olarak söylüyorum; hep o çıtı pıtı narin kız imajı bu filmde benim için yıkıldı. Filmde narin olmadığından mı? Hayır, filmde bulunduğu durum açısından sanırım. New york şarkısındaki başarısı için dahi bu kadın sevilebilir. Ama keşke soyunmasaydı. Gerçekten.
D.
Filmi ya seveceksiniz ya nefret edeceksiniz. Şimdiden iyi seyirler...





19 Ağustos 2014 Salı

Perfect Mothers

“I don't wanna stop. I don’t see why we have to stop.”
                                                           Lil
Perfect Mothers

Christopher Hampton’ın hikayesini yazdığı, Anne Fontaine’in senaryolaştırarak yönetmen koltuğuna oturdu filmin başrollerini Naomi Watts ve Robin Wright oynuyor. Filmin konusu çocukluk arkadaşı iki annenin, birbirlerinin oğullarına aşık olmasıdır. Konu çok rahatsız edici dursa da, film bunu yumuşatmayı başarmış.

Adore – Two Mothers – Perfect Mothers 
Filmin ismi konusunda biraz çılgınlık yaşanmış.  Üç isim düşünülmüş ve üçüncü de karar kılınmış, ben size sondan başa yazdım arkadaşlar; güzel bir tercih olmuş mu, olmuş bence. Sonuçta burda Young God’larımız var. Evet, konuya giriyorum.
Şu bunaltıcı ağustos ayında karşıma geçip de biri; şimdi nerde olmak istersin diye sorsa, görmek istediğin manzarayı tarif et dese, yaşamak istediğin evi anlat dese, hiç kendimi yormam bu filmi izlemesini söylerim. Ama kim niye sorsun di mi?  (38 derece nedir ya!) –millet 55 derecede kuruyo kızım, ohooo-o...
Bu kadar rahatsız edici bir konu bu kadar yumuşatılarak anlatılabilirdi -ki bundaki en büyük etken sizi hayran bırakan görüntüler. Konumuz iki harika güzellikteki annenin tanrı olarak değerledirdikleri (mecazi anlamda tabisi ki) oğullarıyla yaşadıkları uygunsuz ilişki –neye göre uygunsuz, kime göre uygunsuz? –vallaha bana göre uygunsuz sista :P . Annelerimiz, Lil ve Roz küçüklüklerinden beri çok yakın arkadaş olan iki kadındır. Aralarındaki ilişki çok güçlüdür; öyle ki Roz’un kocası, Roz’un ilişkisinin kendisiyle değil, Lil’le olduğuna inanmaktadır. Roz ve Ian, Lil ve Tom arasındaki ilişki zamanla gelişiyor, tempo hiç düşmüyor ve izlerken nasıl olur da kınamam diye kendinizi sorgularken buluyorsunuz.
Karaktelerin birbirlerine ve olayların geliştiği yöne verdikleri tepkiler beklenmedik, aynı zamanda çok sakin; bu da sizde anlama ihtiyacını doğuruyor. Olacakları merakla bekledim. Ve tahminlerim hep yanlış çıktı, kesinlikle klişe bir şeyler beklemiyor sizi.
Karakterler daha derin incelenebilir miydi; evet, hikaye daha çarpıcı anlatılabilir miydi; evet. Şahsen Roz dışında hiçbir karakteri merak etmediğim gibi çarpıcılık yerine bahsettiğim o yumuşaklığı tercih ederim. Baştaki ön yargılarıma şaşırarak belirtiyorum ben filmi beğendim arkadaşlar. Hatta bence izlemelisiniz. Kendi yargılarınıza şaşırabilirsiniz.
Bu arada Naomi Watts, evet çok güzelsin; ama Robin Wright, bebeğim House of Cards’da gördüğümden beri düşünüyorum bir kadının nasıl bu kadar  keskin ama naif bi karizmasi olabilir (-ne güzel yürümüşsün kadına, ahahaha). Onları anne olarak izlemeyi geçtim kayınvalide olarak görmek? Hangi gelin böyle bir eziklikle yaşayabilir yahu. Bir de bunlar babane!

Filmin bir adet ödülü bulunmakta. Buyurun trailer:
D.



19 Temmuz 2014 Cumartesi

The Truman Show

Good morning, and in case I don’t see ya, good afternoon, good evening, and good night!
Günaydın ve olur ya sizi göremezsem, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!
Truman Burbank
The Truman Show
Senaryosunu Andrew Niccol’ün yazdığı, yönetmenliğini Peter Weir’in yaptığı 1998 yapımı filmin başrolünde Truman Burbank kendisini oynu... –Jim Carrey oynuyor. Jim Carrey’ye filmde Laura Linney, Noah Emmerich, Ed Harris ve Natascha McElhone eşlik ediyor.
Truman Burbank, bütün hayatını kameralar karşısında yaşayan biri, ancak bundan haberi yok. Öldü sandığı babasını görmesiyle etrafındaki yapmacıklıktan şüphe duymaya başlıyor. Hatta bu şüpheyi küçüklüğünden beri duymuş ama hep bastırmış. Her sabah karşı komşusuna aynı repliği tekrarlıyor, her sabah aynı köpek üstüne atlıyor. Başka bir yaşam tarzı bilmediğinden bunlar doğal geliyordu ona belki de.
Truman o kadar iyi, saf bir adam ki, çevresindekilere kızmadan edemiyorsunuz. Niye kötülük ediyorsunuz lan Truman'a? İnsaf!
Televizyonda sürekli gördüğümüz ürün yerleştirme sinirleri bozarken, burada kahkaha attırdı. Truman’ın eşinin olur olmadık yerlerde reklam yapmaya çalışması, günümüz acı gerçeğini ortaya koyuyor. Aslında dizi, haber programı, belgesel değil, televizyon izlediğimiz sürece hep reklamları izliyoruz. Gün geçtikçe reklam manyağı oluyoruz. 
Truman'ın eşi, dizideki hayatı ve gerçek yaşamının ayrı olmadığından bahsediyor. Bu da yaşanan sahte dizi aşklarına bir göndermedir. Günümüzde oyuncular dizilerdeki yaşamlarıyla gerçek yaşamlarını çok da ayırt edemiyor.
Cristof (Ed Harris) Tanrı sendromuna sahip bir yapımcı. Mükemmel dünyayı yaratmış, kendi ütopyasını kurmuş ve Truman’ın oradan kurtulmak istemesini anlayamıyor. Oysa izleyici her ne kadar Truman’ın büyük hayranı olsa da, televizyonun karşısından ayrılmasalar da, bu dünya onlar için önemsiz. Belki bunu seyirci de bilmiyor, Cristof’un da haberi yok. The Truman Show bitse de, dışarıdaki hayat devam edecek, bağlanılacak yeni bir dizi elbette bulunacak. Lost bitti, bir iki hafta ne izleyeceğimizi bilemedik, sonra yeni dizilere aktık. Hehe...
Filmin imdb sayfasında film için komedi, drama yazabilir ancak buna aldırmayın. Zira film, izlediğim en gerilim yüklü ve korkutucu filmdi. Her sahnesini, “Sürekli izlenmek ne korkunç bir şey ya!”diye izledim, sürekli koltukta zıpladım durdum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne yapıyor, diye haykırdım. Sonunda The Truman Show 2-Truman’ın Gazabı diye bir intikam filmi çekmelerini bile diledim. 
Aslında Truman'ın yaşamı, ileride televizyon sektöründe olabilecekleri absürd bir şekilde gösteriyor. Artık yapımcıların rtükden başka çekindikleri kimse yok. İzleyiciye saygı duymuyorlar. Çocukları yarıştırıyorlar, (güya) bir takım insanları bir adada aç bırakarak fitne fücurluklarını insanlara izletiyorlar ve izleyiciye de müstehak, zira bunlardan zevk alıyorlar.
Film 3 dalda Oscar'a aday gösterildi. 6 dalda aday gösterildiği Golden Globes'da en iyi aktör, en iyi yardımcı oyuncu ve en iyi orijinal senaryo ödüllerini aldı. 7 dalda aday gösterildiği BAFTA'dan en iyi senaryo, en iyi prodüksiyon, en iyi yönetmen ödüllerini aldı. Filmin toplam 32 ödülü bulunmakta.
Buyrun filmin fragmanı:
B.
Pek çok usta oyuncu vardır, ancak Jim Carrey başka bir dünya. Bu adamı basit komedilerle hep harcıyorlar ancak Jim Carrey aslında böyle filmlerin adamı. Mimiklerini de dibine kadar kullanabilir, dramı da sonuna kadar yaşayabilir. Jim Carrey sınırlarını Salak ile Avanak gibi bir filmde zorlamaz. Eternal Sunshine of Spotless Mind yahut The Truman Show ile zorlar ve çok da başarılı olur. Ulan Hollywood şu adamı bir anlayamadınız. Bu adamdaki yetenek kimsede yok.
Jim Carrey ve mimik şov:

American Psycho


Bret Easton Ellis’in romanından uyarlanan American Psycho filminin yönetmeni Mary Harron. Başrolünde Cristian Bale oynuyor ve ara sıra Reese Witherspoon, Jared Leto, Willem Dafoe gibi isimleri görme şerefine nail oluyoruz.
Patrick Bateman hali vakti yerinde bir iş adamı. Ancak içinde psikopat benliği yüzünden fırtınalar kopuyor.  Kendini beğenmiş, hırslı ve kıskanç, kartvizitten sebeplerle adam doğrayabilir. Oysa bana tüm kartvizitler birbirinin aynısı gibi gelmişken, o terden sırılsıklam olmuştu. Hayat kadınlarını evine toplayıp, sevişirken aynada kendisini, kaslarını hayranlıkla izleyen, müziksever bir tipleme Bateman (nanananananana BATMAN!). Sonra da bu kadınları parçalıyor işte. Sıradan, şımarık bir seri katilimsi. 
Bu filmde rol almayı kabul etmeden önce Cristian Bale’i etme, eyleme, kariyerinin intiharı olur bu, diye uyarmışlar. Bu kadar kötü bir filmden sonra, adamın kariyeri tavan yapıyor neyse ki.
Film boyunca Dect. Kimble için, bu adam niye bir öyle bir böyle davranıyor, diyenlere gelsin. Willem Dafoe’ya Dect. Kimble rolünü üç şekilde oynamasını söylemişler:
  • Bateman’ın Paul Allen’ın katili olduğunu bilen Kimble.
  • Bateman’ın Paul Allen’ın katili olduğunu bilmeyen Kimble.
  • Bateman’ın Paul Allen’ın katili olduğundan şüphelenen Kimble.
Film güzel bir korku-gerilim filmi olabilirdi. Sonuna bakılırsa adam akıllı bir psikolojik film de olabilirdi. Ancak hiçbiri olamamış. Bir kere her anını tahmin edebiliyorsunuz -hmm, şimdi öldürecek, aha yine doğradı kadını. Ne zaman öldürmeyeceğini bile tahmin ediyorsunuz. Romanını okumadım ama güzel olduğunu duydum. Filmse çok kötü, çok boş. Ancak Cristian Bale deliriyor falan, bu kadar kötü bir film için bile oyunculuğunu konuşturuyor, bunun için izlenebilir belki. Bence izlenmezmiş.
B.

23 Haziran 2014 Pazartesi

3 Days to Kill

2014 yapımı 3 Days to Kill filminin yönetmenliğini McG (ya adamın isminde eksik bir şeyler var ya da hava atıyor), senaristiğini Adi Hasak ve Luc Besson yapmış. Luc Besson’u Leon the Professional ve Taken: İstanbul filmlerinden tanıyoruz. Taken filmini günahım kadar sevmesem de, bu filmden özellikle bahsetmemin bir sebebi var. O da, Luc Besson’ın Türkler hakkında zerre bir şey bilmediği... yazının devamında ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Ethan renner (Kevin Costner) - kendisi eski bir CIA ajanı olur- sadece küçüklüğünü hatırladığı kızı Zooey’nin hayatına, bayağı yaşlanmış bir şekilde ve bol öksürükle -ama  yine karizmatik- peşinde de  Vivi Dalay(Amber Heard) gibi bir ateşli ajan varken giriş yapar. Emekli ajanımız hasta olduğunu öğrendiğinde kızıyla kaybettiği zamanları telafi etmek ister. Fakat Vivi ona bir teklifle gelir, bu teklif onun ikinci şansı olabilir mi? Gerçi bir ajan o kadar uzun süre yaşadıysa kaçıncı ikinci şanstır o:D  Fimimizde bonus olarak bir Türk tiplemesi var, üstelik 40 saniyeden fazla gözüküyor -adı Mitat Yılmaz. Kendisini oynayan adam Marc Andréoni adında bir Fransız ama olsun artık, bize gönderme yapmışlar. Ne bize gönderme mi yapmışlar? Oha filmde Türk adı geçiyormuş. Yuh, bize göndermişler...
Ehehe.
Film boş zamanınız varsa, kendinizi yormak istemiyor az güleyim biraz da aksiyon olsun diyorsanız izleyebileceğiniz bir film.  Ben Kevin Costner’ı sevmem, ancak bu filmde yaşlılık ayrı bir çekicilik katmış adama, sevmeyenlerin şans vermesi gerektiğini söyleyebilirim. Baba figürü hoşuma gitti.  Amber Heard’a da dibim düştü, gözlerim şenlendi. Zooey derseniz tam bir Türk kızıydı, bu ara bu mu moda acaba?  Cast seçimi yerli yerindeydi.  Türk abimiz her ne kadar Arap havasında olsa da alıştık. Luc Besson’ın Taken filminde de Osmanlı’dan arta kalan saçma sapan bir yer olarak resmedilmişti İstanbul, o yüzden bu filmde de Arap muamelesi görmek çok şaşırtmıyor. Zaten cahil Hollywood’a kalsa, biz ya hep Arap’ız ya da buralar hala hep Osmanlı. Bir Hollywood bir de hükümet Osmanlı’nın artık var olmadığını anlayamıyor.
Kısacası film bana  eskiden de Kanal D’de yayınlanan ikinci sınıf kalite hafif eğlenceli aksiyon filmlerini hatırlattı. Ben onları çocukluğumda manasızca nasıl seviyorduysam bunu da sevdim.
İyi Seyirler...
D.

17 Haziran 2014 Salı

The Wolf of Wall Street

The name of the game, moving the money from the client's pocket to your pocket.
Oyunun adı, parayı müşterinin cebinden alıp, kendi cebine sokmaca.
Mark Hanna
The Wolf of Wall Street
The Wolf of Wall Street, Scorsese – DiCaprio ortaklığı sonucu ortaya çıkan 180 dakikalık upuzun bir film. Jordan Belfort adlı bir borsacının otobiyografisinden esinlenilerek senaryolaştırılan filmin kadrosunda DiCaprio’nun yanı sıra Jonah Hill, Matthew McConaughey, Margot Robbie bulunuyor.
Film Jordan Belfort isimli fakir ama gururlu bir gencin borsa dünyasında zengin bir züppeye dönüşmesini konu alıyor. Parayı bulup bozan adam klişesi burada da kendini gösteriyor. Ama gösteriş kısmı çok canlı. Pornografi konusunda spartaküsle yarışırdı, görsel olarak doyduk diyebiliriz.
Adamlar filmi çekerken çok eğlenmişler, ancak seyirciyi pek hesaba katmamışlar galiba. Yan koltukta sevgilinizin gözü dört dönerken ‘whore classification’a sahip çeşitli fahişeleri seyretmek biraz garip olabilir. Alışırsınız. 3 saat nasılsa. Alıştıktan sonra sadece sahnelerin bir estetiğinin olmaması sizi rahatsız edebilir. Onu da sallayın artık.
Filmdeki sahnelerin çoğu, izleyiciyi sıkabilecek kadar uzun. Borsacılar bir araya gelip o kadar boş konuşuyor ki, bazen ipin ucunu kaçırdık. Neden bahsettiklerini kendileri bile bilmiyor olabilirler. Ne var ki ortam hep canlı. Ofis ortamında çalışanlar arasındaki o enerji, kalabalık gürültü, yer yer eğlenceli olsa da, sahneler uzayınca yorucu oluyor.
İnsanlara, siz eğlenmiyorsunuz, bakın böyle dünyalar da var, diye gaza getirme amaçlı yapılmış film sanki Leonardo DiCaprio’nun kendi dünyasını anlatıyor.
Filmin en eğlenceli sahnesi Matthew McConaughey’in –nasıl tarif edeceğimizi de çözemedik ama- ağıt yakma konseptli geğirme sahnesiydi. Ehe. Biz bile sahnede dumur olduk, Robert Belfort ne hissettiyse onu hissettik:
Top 250’de 113. sıraya yerleşen filmin en iyi aktör, en iyi yardımcı oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi film olmak üzere Oscar’a beş adaylığı,  toplam 25 ödülü bulunmakta. 
B. & D.


8 Haziran 2014 Pazar

Big Fish

The Biggest Fish in the river gets that way by never being caught.
Göldeki en büyük balık hiç yakalanmadığı için büyüktür.
The Witch
Big Fish
It was that night I discovered that most things you consider evil or wicked, are simply lonely, and lacking in the social niceties.
O gün gördüm ki, şeytani veya kötü olarak nitelendirdiğimiz çoğu şey, aslında yalnız ve incelikten yoksun.
Edward Bloom
Big Fish
Daniel Wallace’ın Big fish: A Novel of Mythic Proportions isimli kitabından uyarlanan filmin yönetmenliğini Tim Burton yapmış. Film Ewan McGregor (her filmden bir bu adam bir de michael j fox çıksa bıkmadan izlerim), Albert Finney, Billy Crudup, Jessica Lange, Helena Bonham Carter (aman hiçbir Tim Burton filminden eksik olma), Matthew McGrory, Steve Buscemi ve Danny DeVito gibi güçlü oyuncuları kadrosunda barındırıyor. Aslında Marion Cotillard’ı da yazacaktım ama hatun Batman’de öyle kötüydü ki, tüm saygımı yitirdi. Neyse hadi, bu filmde o kadar göze batacak bir performans sergilemesi gerekmiyordu zaten, iyiydi iyi.
Artık yetişkin bir adam olan Will Bloom’un, hala babasını tanıyamamış olmasını konu alan film, içinde pek çok hikaye barındırıyor. Edward Bloom’un yaşadığı olayları fantastik bir dille anlatmasını izlerken, aynı zamanda dev bir adamın dışlanmışlığını (gerçek hayatta da devmiş bu adam, utanarak söylüyorum ki ben makyajını çok kötü yaptıklarını düşünmüştüm), dünyadan kopmuş bir kasabanın hikayesini, nasıl aşık olduğunu dinleyeceksiniz onun ağzından. Her ne kadar oğlu inanmasa da, ben anlattıklarına inanmak istedim, inandım da aslında. Zaten anlatılan tüm karakterler gerçek, yalnızca biraz daha masalsılar.
Müzikleri de sağolsun, film insana huzur ve umut veriyor. İnsanı suratında anlamsız bir gülümsemeyle bırakıyor. Yalın ve çok fazla şey gerçeklesse dahi sizi yormadan ilerliyor. Her repliği ayrı güzel, hani biz yukarıya filmden replikler yazıyoruz ya, al bu filmin repliklerini hepsini döşe yukarıya.
Filmde de söylendiği gibi gerçek bir öyküyle, içinde bir balık ve bir nikah yüzüğü geçen bir öykü arasında bir seçim yapmak gerekirse, ben de abartılı olanı seçerdim. Çünkü sihirli ve gerçekliğin sıkıcılığından uzak olan o. 
Filmin Akademi de dahil olmak üzere 36 adaylığı var ve ne yazık ki ödül kazanmışlığı yok. Gönüllerin şampiyonu Big Fish’in müziklerini Danny Elfman yapmış.
B.




4 Haziran 2014 Çarşamba

Mary & Max

People like to believe in God ‘cause it answers difficult questions, like where did the universe came from, do worms go to heaven, and why do old ladies have blue hair.

İnsanlar Tanrı’ya inanmayı seçiyor, çünkü Tanrı evrenin nasıl oluştuğu, solucanların cennete gidip gitmediği ve yaşlı hanımların neden mavi saçlı olduğu gibi zor soruları yanıtlıyor.
Max
Mary & Max
Mary ve Max, Adam Elliot’un yazıp yönettiği 2009 yapımı stop motion bir animasyon film. Haftada 2,5 dakikalık bölümler çekilerek 13 ayda tamamlanan film, Adam Elliot’ın ilk uzun metraj animasyonu.
Herkesin yalnızlıktan muzdarip olduğu bir dünyada 8 yaşında bir kız çocuğuyla, 44 yaşında bir adamın deniz aşırı arkadaşlığını anlatan film, izleyebileceğiniz en depresif filmlerden olabilir. Şirin gözükmesine aldırmayın yani. Ara ara tebessüm ettirse de her dakikasından yalnızlık akınca –her ne kadar Max’in beyni gülse de, benim beynim kan ağladı.
Max ve Mary her ne kadar farklı nesillerin ve kıtaların insanları olsalar da birbirlerine çok benziyorlar. Bir kere ikisi de insanlarla nasıl iletişim kurulacağını bilmiyor. Hadi Max asperger falan da bilmiyor, Mary sabisinin anası babası var yanında,  yine de sahipsiz kızım. Max, Mary’ye sorunlarıyla nasıl başa çıkacağını ve kendini sevmesini öğretiyor. Mary de hep bir arkadaş istemiş olan Max’e, uzaklardan can yoldaşı oluyor, yalnızlığını bir nebze olsun gidermeye çalışıyor.
Max'in kurduğu cümlelerden bir kitap olur. Adamın kendine özgü bir hayat görüşü ve bebeklerin nereden geldiğine dair değişik fikirleri var. Kendi yağında kavrulup giden, kendini sesli ifade edemeyen bir bilge mübarek. Mary de hep yaşından beklenmeyecek olgunlukta davranışlar sergiliyor (anası olacak cadolozdan daha olgun en azından), günümüz ergenleri baksın da azıcık feyzalsın (bir ara ergene bağlıyor tabii ama ergenlik çağı gelince elden ne gelir? En azından ergenlikten çıkmasını biliyor).
Dikkatli izlenirse film, bünyesinde enteresan ayrıntılar barındırıyor. New York ve Avustralya arasındaki farkı renkleriyle anlatmak yaratıcı bir düşünce. Detayları buraya yazmayacağım, zira hala spoiler butonunu nasıl yerleştireceğimizi bulamadık!
Filmin dört adet ödülü bulunmakta. Akademi Ödüllerine aday olmamış ama! Akademiyi çok sevdiğimizden değil ama hakikaten mahalle düğününe döndü artık. Neyse Adam Elliot’un 2003 yapımı Harvy Krumpet adlı yine stop motion olan kısa animasyondan bir adet Oscar kazanmışlığı olduğunu belirteyim.
Buyrunuz azıcık Que Sera Sera: 
(Filmden bir sahne barındırıyor, izleyip izlememek size kalmış)
B.

3 Haziran 2014 Salı

Les Triplettes de Belleville


Iyyyh, yemekte kurbağa çorbası var! Fransız mutfağından taze taze...
Les Triplettes de Belleville, 2003 yapımı bir Fransız animasyonu. Yönetmenliğini ve senaristliğini yapan Sylvain Chomet, çirkin karakterleri bir araya getirerek ortaya çok tatlı bir iş çıkarmış. Animasyon, pek amacı olmayan torun Champion, en büyük emeli torununun mutluluğu olan babaanne Madame Souza, eski günlerinde çok sükse yapmış üç şarkıcı kardeş, trenlere trip atan bir köpek, hamburgerler, çorbadan kaçan kurbağalar, şekilden şekle girebilen dalkavuk garsonlar ve yaratıcı bir mafya gibi renkli karakterlere sahip. Hele o babaanneye (siz anneanne de diyebilirsiniz, hangisi daha sempatik geliyorsa) can kurban! 
Hayattan bezmiş torununun her işiyle ilgileniyor hatun. Oysa bu çocuk küçükken nasıl tatlıydı, bisiklet resimlerine bakıp bakıp hayal kurardı. Şimdi acayip bacak kaslarıyla birlikte, bir köpekten daha ruhsuz bir şekilde hayatta kalsam yeter mantığıyla yaşayıp gidiyor gibi gözüküyor. Gerçi filmde herkes bir şekilde mutsuz ve yalnız gözüküyor.
Filmin konusu, torunuyla bisiklet turuna katılan bir babaannenin dramı şeklinde özetlenebilir. Siyah giyen adamlar torununu kaçırıyor, torununa kıyasla daha enerjik ve genç duran babaanne de onu bulabilmek için kendini ve hayalperest köpeğini seferber ediyor. Eskilerin şarkı söyleyip dans eden bir grubu olan Belleville üçüzleri de, onlara yardım ediyor.
Filmin çizimleri çok orijinal. Disney'in ya da animelerin sunduğu güzellikten uzak, abartılı bir çirkinlik sunuyor, ama bu çirkinliği sevdirmeyi başarıyor. Film, ara ara kültürel klişelerden de dem vuruyor. Fransızlar her bulduklarını yerler, sonra da bunu ama bizim mutfağımız var, diyerek savunurlar. Kurbağalı mutfak mı olur be? Pis... Aynı şeyi Çinliler yapınca öğk, kaka!
Azıcık Fransızca duyayım diye, çizimlerinin cazibesine kapılıp atladığım bu filmde hiç Fransızca konuşulmayacağını sanırım ilk yarım saat sonra fark ettim. Neredeyse hiç konuşmanın bulunmadığı film hakkında yönetmen Sylvain Chomet şunları söylüyor: "Tüm gün animasyon üzerinde çalışıyorsunuz, bir kere çizgilerin hareket ettiğini gördünüz mü, sihirli an o an işte ve o anda ses yok." 
Les Triplettes de Belleville'in Oscara iki adaylığı ve bu ödülleri Kayıp Balık Nemo'ya kaptırmışlığı var. Kazandığı 20 ödül bulunmakta.
Filmde hiç replik bulunmayabilir, ancak müzikler hayli güzel.
B.