29 Temmuz 2015 Çarşamba

Paper Towns

Kağıttan Kentler

Paper Towns, Cara Delevingne ve Nat Wolff'un başrollerinde olduğu ama bütün filmi Austin Abrams ve Justice Smith'in götürdüğü bir romantik dram ve yerseniz gizem dolu bir film. Film John Green'in yazdığı aynı adlı kitaptan uyarlama, şimdiden belirteyim kitabı okumadık, film üzerinden eleştiriyoruz.
Filmimiz klasik başlıyor, popüler bir kızımız var ve ondan çok hoşlanan ama konuşamayan inek de bir öğrencimiz. Bu ikisi çocukken çok iyi arkadaşlar ama çocuk pısırık olduğu için araları açılıyor bir süre sonra.  Kızımız acayip filozof, cool falan, oğlumuzun hiçbir olayı yok. Bir gün hanım kızımızın başına çoook mühim bir şey geliyor (ahaha) ve yaşadığı sahte ortamdan sıkıldığını fark ederek kaçıyor. Kaçmak da huy olmuş onda bu arada. İşte buradan sonra çok heyecanlı olaylar vuku buluyor.
Demek isterdik ama...
Düşük beklentilerle gitmiş olmamıza rağmen hiç beğenmedik filmi. Neden? Tanıtımına gösterilen özeni hikayeye göstermemişler çünkü. Belki bunun sebebi kitaptan uyarlama olması yani filmin hikayesinin zaten hazır oluşudur, ama bu da hikayenin pek de filmlik olmadığını gösterir diye düşünüyoruz. Galiba bu filmi Cara oynasın, Cara'yı sinema camiasına tanıtalım diye çekmişler. Hadi başroldeki çocuk azıcık sempatik olsa belki izlenebilir ama başrol oyuncularının filmde hiçbir olayı yoktu. Yan rollerin katkısı da olmasa patlardık. Açık söyleyelim filme Cara'yı görelim diye gittik biraz (zaten başka bir şey için gidilmezmiş), çünkü Cara'nın on tane projesi hazırlanmakta biz de çıkış yapacağı işi bir görelim dedik. Gel gör ki, filmi izlerken tek düşünebildiğimiz hatunun ne kadar yakışıklı olduğuydu...  İskandinav metal gruplarından fırlamış gibiydi. 
Ha en azından klişe bir son bulmadı. Diyeceklerimiz bu kadar. Müzikler bile olaysızdı. Peh...
Gidip para vermeyin, biz hala giden 26 liramıza ağlıyoruz. Hehe... :)
Tanıtımı izlemeniz yeterli olacaktır ama yooo, ben yine de izleyeceğim diyorsanız iyi seyirler :)
B. & D.



27 Temmuz 2015 Pazartesi

Fifty Shades of Grey

Grinin Elli Tonu

İtiraf ediyoruz. Biz bu kitabı okuduk. Niye? Meraktan tabii, sonuçta bestseller.. Hal böyle olunca filmi de merak ettik. Sonunda onu da izledik büyük beklentilerle çünkü fragmanda soundtracklerle beraber ümit vermekteydi. Gel gör ki o klişelerle dolu fakat milyonlarca satan muhteşem Grey'i içeren kitabın filmi ne çıksın? Tırt..
Hikayemiz klasik... Kız fakir, inek, daha önce hiç ilişkisi olmamış. Greyle tanışıyor ve haliyle büyüleniyor. Büyülenmesini hiç birimiz garipsemedik kitabı okurken, biz bile etkilendik çünkü adam gerçek olamayacak kadar muhteşem biri olarak anlatılmış. Genç olmasına rağmen çok başarılı, doğru zamanda doğru şeyleri söylüyor, uzun, yakışıklı, kontrol etmeyi seven ama el üstünde tutan biri. Filmdeyse sadece zengin. Ne iş yaptığı belli bile değil -bu senaryonun hatası gerçi. Jamie Dornan yakışıklı biri değil ki, sen Grey'i buna oynatıyorsun. Kitapta 1.90 civarında olan adam, filmde Ana'yla aynı boyda, kızı taşıyamıyor bile. Hareketlerinin estetikliğinden bahsedilen adam yatağa 5 hamlede tırmanıp hantallıkta sınır tanımıyor. Ayrıca seks sahnelerinin esttetiginden de bahsetmek mümkün değil insanda hiçbir ilgi uyandırmıyor. Sinemada önümde yiyişen çift daha ilgi çekici geldi, bir ara onları izlicektim. Kate'in çok güzel olması gerekiyordu ama ondan da kaybediyoruz, country müzik söyleyen American Idol'a katılan tipik Amerikan tipiyle nerede wonderful Kate. Bir de Rita Ora'nın orada ne işi var, anlamadık. Oyuncu seçiminde bir eksiklik vardı. Çok ruhsuzlardı.
Amaa...
Müzikler çok güzeldi. Yiğidi öldür hakkını ver. Soundtrackleri sayesinde varlığına sinirlenemedik filmin. İmdb'den aldığı 4 puanı da buna borçlu olsa gerek. 
B. & D.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Mad Max: Fury Road

Çılgın Max: Öfkeli Yollar

İnsanlığın zıvanadan çıktığı, dünyanın öldüğü bir zamanda geçiyor filmimiz -George Miller'in dediğine göre post apokaliptik Avustralya'da. Yetmişlerin sonunda ve seksenlerde çekilmiş üç film daha var ve üçünü de George Miller yazıp yönetmiş -bu filmde de olduğu gibi. Başrolü Tom Hardy ve Charlize Theron paylaşıyor. Açıkçası filmi izlemenizde büyük etki yaratabilirler. Bunun yanı sıra Nicholas Hoult, Hugh Keays Byrne ve bir iki tane (sanırım) Victoria's Secret meleği yer alıyor. İlk üç filmi izlemediğim için (en kısa sürede izleyeceğim) Max (Tom Hardy) nasıl süreçlerden geçti de bu durumlara düştü bilemiyorum. Filmin başında kan torbasına dönüşmüş bir şekilde Nux'a (Nicholas Hoult) kan depolarken görüyoruz kendisini. Olaylar Furiosa'nın (Charlize Theron) Immortan Joe'nun diktatörlüğünden, kendisini ve Joe'nun gelinlerini kurtarmak istemesiyle başlıyor ve herkes bunların peşine düşüyor, hedef yeşil vadi :P. Max de mecburiyetten peşlerine takılıyor.
Kahramanlık filmi değil kesinlikle, oo Max devreye girdi, şimdi kurtarır kızları mantığı yok. Hatta bir sahnede herkesi geride bırakıp kendini kurtarmaya bakıyor ama şartlar el vermiyor. Ancak daha sonra Furiosa ile iş birliği yapmaya başlıyorlar, yoksa kurtuluş yok. 
Uzun zamandır bu kadar tatmin edici bir film izlememiştim açıkçası. Bir kere sürekli hareket var, sürekli aksiyon var, arada bize acıyıp bir duruluyorlar, sonra yeniden yükselişe geçiyorlar. Yine de izlerken hiç yorulmadım. İçlerinde yaşadıkları dünya gına getirebilir, Furiosa'nın kaçmak istemesine şaşmamak gerek. Her yer kahverengi. Filmin ismi Fury Road olmasa Brown Road olabilirmiş rahatlıkla. Bu iğrenç espriden sonra gelelim oyuncularaa...
Bir kere Tom Hardy ve Charlize Theron için diyecek bir şeyim yok. Onlara kıyak geçiyorum, hadi. Nicholas Hoult cidden iyi olmuş, o konuda çok ön yargılıydım. X-Men filmlerinde bile 'About a Boy'dan öteye gitmeyen oyunculuğunu burada konuşturmuş, devamının gelmesi dileğiyle. Çocuk da ne yapsın, fırsat vermediler herhalde (gel gör ki bu filmde de aşk böceği olmaktan kurtulamadı). Victoria's Secret mankenlerine gelince... Neyse ki çok göze batmıyorlardı. Hele Rosie Huntington-Whiteley'nin oynadığı The Splendid, Immortan Joe'nun gözdesi olunca -yoooo, bu kadını daha mı çok göreceğiz, diye bir veryansın ettim, ama neyse ki sadece güzelliğini kullanmışlar hatunun. Yahu kızım kimse sana demiyor mu, 'Transformers'ta denedin olmadı, ne bu ısrar, git mankenliğini yap paşa paşa. 
İzlerken azıcık çizgiroman izliyormuşum gibi hissettiğim için baktım, Vertigo'dan çıkmış çizgi romanları ağustosta yayınlanacakmış. Birileri potansiyeli görmüş olsa gerek :).
Ayrıca karakterleri de çok sevdim, özellikle sosyal medyada da çok popüler olmuş gitar çalan adama bayıldım, resmen savaşırken fon müziği ayarladı adam.
Diyeceklerim bu kadar.
Herkese iyi seyirler...
B.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Big Hero 6

6 Süper Kahraman

Big Hero 6, Walt Disney animasyon stüdyolarının 2014 yapımı filmi. Kahramanımız Hiro abisini kaybettikten sonra önce bir depresyona giriyor, sonra abisinden yadigar Baymax'i buluyor, abisini öldürenlerden intikam almak üzere abisinin arkadaşlarıyla birlikte işe koyuluyor. Bu arada tabii ki dünyayı kurtarıyor. Hikaye klasik gibi, takım da üstün zekalı zaten, dünya kurtulmayacak da ne yapacak? Bu da spoiler değildir artık, bir zahmet :).
Bu film çok güzel ama Baymax olmasa filmde sizi eğlendirebilecek tek bir karakter yok. Robot olmasına rağmen insan karakterlerden daha çok jest ve mimik yapıyor, çok tatlı, filmin de açık ara en komik karakteri. Ama Baymax varken diğer karakterlerin  orijinal olmasına gerek kalmamış, belki de çok yorulurduk öyle olsa. Baymax'in modellemesini bezi dolu bebek hareketlerini çalışarak yapmışlar, bu bilgiyi öğrendikten sonra hareketlerini düşününce -aa, hakikaten ya, dedim. Ayrıca karakterlerin çok hızlı hareket etmeleri gereken sahneler akıyordu. O yönden de estetik olmuş, bravo :P . 
Ayrıca filmi izlerken bazı animasyonlara (frozen, wall-e) ve Geleceğe Dönüş filmine ait referanslar da bulabilirsiniz. Baymax biraz Wall-E'yi andırıyor zaten -tip olarak değil :P.
Animasyonlar konusunda, olsa da olur olmasa da olur, çerezlik benim için falan diye düşünüyorsanız bile (şahsen ben bayılıyorum), bu eğlenceli filme -Baymax'e bir şans verin, pişman olmayacaksınız.
İyi seyirler...
B.

21 Temmuz 2015 Salı

Lucy

Yönetmenliğini Luc Besson'ın üstlendiği Lucy'nin başrollerini Scarlett Johansson ve Morgan Freeman paylaşıyor -desek de inanmayın, Morgan Freeman'ın bir olayı yok. Evet, biz de şaştık bayağı.
Limitless yazımızı okuyanlar ya da filmi izleyenlere beyni %100 kullanma mevzusuna yabancı değillerdir. Hoop, bir hap atıyoruz, Einstein bok yesin falan. Bu film de aynı bokun kahverengisi. Bütçe biraz daha fazla olduğundan olsa gerek, Bradley Cooper yerine Scarlett Johansson'ı koymuşlar. Ama neden Morgan Freeman'ı yordunuz? Burada harcayacağı zamanı, başka bir filmde daha aktif olarak kullanabilirdi, biz de yeteneğini ve tecrübesini sergilediği bir film izlemiş olurduk. 
Bir de filmi yapması 9 sene sürmüş. Biz mi anlamadık acaba? Luc Besson bir de film için azıcık Leon, azıcık Inception, azıcık da 2001: A Space Odyssey demiş. Haydi Leon'u kendisi yönetti, hiç utanmadan böyle bir laf etti de; zavallı Christopher Nolan ve Stanley Kubrick'in suçu ne? Stanley mezarında ters dönmüş olabilir.
Filmi böyle anlattığımıza bakmayın, normalde Scarlett'i hiç beğenmeyen insanlar olarak bu kez beğendik. Gel gör ki, artist gibi davranacağım diye, Keanu Reeves'in Neo'sunu çalışmış olsa gerek, olmamış, olduramamış. Sahneler çok yetersizdi, tam heyecan doruk yapacak, Lucy iki el hareketi yapıyor, sahneler yarım kalıyor. Tamam, sen The God Mode'da oynuyorsun da, biz keyif alamadık.
Müziklerin baskın olduğu sahneler güzeldi, film için ümitlendiğimiz dakikalardı ancak çabuk bittiler. Sen yönetmen, koskoca taksiyi çek, ancak araba sahneleri hevesi kursakta bıraksın. Çok yaratıcı sahneler yoktu, ama bir sürü arabanın harcanması görsel açıdan tatmin ediciydi. Masraftan kaçınmadılarsa demek...
Filmi değişik kılan bir unsur, aralarda gösterilen görüntülerdi. İlk başta ilk kadınlardan Lucy'yi gördük (sonra bu saçma sapan bağlandı), aralarda sürekli minik belgesel parçaları gördük bunlar güzeldi işte.
Bu arada o fransız polis ne ayaktı anlamadık, adamı sanki sırf Scarlett bunu öpsün de adama iyilik olsun diye kadroya almışlar.
B. & D.

19 Temmuz 2015 Pazar

Wall-E

Vol-i

Wall-E 2008 yapımı bir Disney Pixar filmi ve izlediğim en iyi animasyonlardan biriydi diyebilirim. Dünyadaki çöpleri toplamakla görevli olan Wall-E'nin bir gün dünyada yaşam belirtisi araştırmaya gelen Eve'e aşık olmasıyla macera başlıyor. Evet, bir robot aşık oluyor ve bunu anlatmayı başarmışlar :). Daha sonra olay, bir uzay gemisinde yaşayan insanların evlerine dönmesine kadar varıyor.
Sadece gözler ve hareketlerle mimik ve ifadeleri çok güzel yansıtmışlar, duyguları çok iyi vermişler. Özellikle Wall-E'yi sürekli kurban olurum sana nidalarıyla izledim desem yalan olmaz :). Bu doğal hareketleri aktarabilmek için filmin yönetmeni ve senaristlerinden biri olan Andrew Stanton ve Pixar ekibi Charlie Chaplin ve Buster Keaton'ın tüm filmlerini izlemiş. 
Filmi izledikten sonra gaza gelerek spora başlayabilirsiniz, çünkü yoo hayır, biz bu kadar tembel olamayız. Bütün insanlar şişmiş, ne çirkin bir yerdir o gemi, hiç kimsenin hareket ettiği falan yok. Belki daha da gaza gelip, dünyayı küresel ısınmadan ve insan pisliğinden temizlemek için harekete de geçebilirsiniz. Ama zor geldi, değil mi? Hmmm, yok yok, evde oturup böyle filmlerde insanlara küfretmek daha kolay.
Kesinlikle izlemelisiniz.
İyi seyirler...
B.

17 Temmuz 2015 Cuma

PK

PK 2014 yapımı bir Rajkumar Hirani filmi. Başrollerinde Amir Khan, Anushka Sharma ve Sanjay Dutt var. Uzaydan gelen PK'nin uzay mekiğiyle iletişim kurmasını sağlayan kolyesinin çalınmasını ve Jaggu'nun da yardımıyla kolyeyi bulmaya çalışmasını konu alıyor. Bu sırada kendini dünyadaki pek çok dinin arasında buluyor, hangi Tanrı'dan yardım isteyeceğini şaşırıyor ve dinler arasında kayboluyor. Komedi filmi olacakmış... eğer bu kadar abartılmasaymış. Rahat bir saatlik film olmuş sana iki buçuk saat. Pffft.
Ben zaten Hint müziklerini sevmediğim için o konuda yorum yapmayacağım, müzikal kısımlar o kadar sinir bozucuydu ki atladım izlerken. Neyse ki ülkeye özgü kıyafetler gözümüze sokulmamış bu filmde, her ne kadar kültürleri takıp takıştırarak dolaşmak olsa da hoş durmuyor. 
Bu film bana biraz yerli filmleri hatırlattı, aynı bayık espriler, aynı abartı, konuyu uzattıkça uzatma ve kör göze parmak şeklindeki mesaj kaygısı. Bir de komedi filmi diye uzaylı olmak herhalde bu kadar basite indirgenebilirdi. Hele PK'yi oynayan Amir Khan'ın o çirkin mimikleri, yemek yemediği zamanlarda bile ağzında bir şey varmış gibi konuşması filmin sinir bozucu özelliklerinden biri. Dudakları bazen bordo oluyordu bir de görüntü açısından rahatsız ediciydi.
Film sürekli bütün dinlerin amacının aynı olduğunu, herkesin aynı şeyi söylemeye çalıştığını ama kimsenin bir türlü anlatamadığını söylemeye çalışıyor. Ana fikrimiz hepimiz kardeşiz. Ama diyorum ya, bunu sürekli söylüyor. Senin izleyici kitlen belli zaten, böyle düşünen insanlar, niye kasıyorsun ki? Sanki bağnaz bir imam bunu izleyecek, sonra da gidip kilisedeki rahibe kardeşim diyip sarılacak. 
Arada güzel şeyler de yazayım diye çok uğraştım. Bu kadar saymama bakmayın komik film aslında demek için çok çabaladım. Film Birol Güven'in komik diye dizi yaptıklarının beyaz perdede can bulmuş hali gibi. Bir tek kahkaha efekti eksik diyorsunuz, ama onu da düşünmüşler. Komik olduğunu düşündükleri her sahneye dandik bir müzik koymuşlar. 
Filmdeki fikir çok doğru, güzel şeylerden bahsediyor, böyle bir konuyu komik bir biçimde işlemesi de çok güzel olmuş ama fikrini düzgün veremiyor diye düşündüm ben. Daha doğrusu fikri çok düzgün vermeye çalışıyor. Bilmem siz ne düşünürsünüz?
B.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Resident Evil 3

Ölümcül Deney 3

Kamilkoç mu? Evvet, ta kendisi. Yoksa hiçbir kuvvet izlettiremezdi... diye ağır giriş yapmak istesem de izledim gayet. Millo Jovovic’in çekiciliği de büyük etken tabii. Bir de filmi dönemine göre değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum 2007’de yayımlanmış bir film ve serisinin 3.sü. Benim de seride ilk izledğim film kendisi. Buna göre değerlendirirsem aldığı 6 puanını çok görmem. Seride başka bir tanesini izlemek ister miyim? Hayır, tabii ki. Belki sonunun hatrına olabilirdi, o da yetmedi. Böyle salgınların olduğu, dünyanın sonuna geldik, üç beş çapulcuyuz, yaşam savaşı veriyoruz, çok cesuruz tarzı filmlerde ‘28 Days Later’ı arar beklerim. Konu beni ona yönlendirdi, ben de bu tip konuları seviyorsanız ve izlemediyseniz onu öneririm. Milla’nın da hafif doğaüstü güçleri beni cezbetmedi açıkcası. Sahnelerden bir kaçına tav oldum, o da yetmedi.. Sadece sonundaki harca harca bitmez Milla’ları görünce bi içim kıpırdadı. Belki bu kadar batırdıktan sonra, o kıpırdama siz de bir merak uyandırır? Ama oyundan uyarlama filmleri pek beceremiyorlar zaten.
D.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

The Hobbit: Battle of Five Armies

Hobbit: Beş Ordular Savaşı


Allah cezanı vermesin Peter Jackson. Bak, vermesin diyorum, çünkü ileride gaza gelip 'Hurin'in Çocukları'nı ya da 'Silmarillion'u falan çekivereceksin, beni yine heveslendireceksin, onları da bunun gibi batırma. Haydi ben dünya üzerinde hayal kırıklığına uğrattığın milyonlarca hayrandan sadece biriyim. Yahu sen bu filmi çektikten sonra hiç utanmadın mı be adam? Bu filmin 'The Hobbit' serisinin en epik filmi olması gerekiyordu, Smaug ile birlikte en büyük olay bu savaş olmalıydı. 
Normalde Yüzüklerin Efendisi'nde de, Hobbit'te de her zaman bir estetik söz konusuydu. Bütün bu estetik sahneleri üstün körü geçtiğin için, oyuncular -her ne kadar oyuncu seçimi bir harika olsa da ve oyuncular müthiş yetenekli olsalar da- sanki düzgün oynamamış gibi geldi. Neredeyse hiç derin cümle yoktu, oysa Tolkien'in bütün cümlelerinden duvar yazısı olur, yuhunuz. 
Hele o Tauriel... Hele o Tauriel! O kadar sinirlendim ki, bu sevgiyse olmaz olsun, muhabbetine. Filmin içinde alakasız bir şekilde bu kadar oluşuna. Legolas'ın varlığı dahi sinirlendirdi beni. Tolkien'in kendi içinde bir mantığı vardır, ancak o mantık bu filmde kesinlikle yoktu. Demek ki neymiş, kitaplarda olmayan şeyleri filmlere sokmayacakmışız Peter. Çünkü beceremiyormuşuz. Pıffft.
Söylemeye utanıyorum ama (Ulan Peter!) bazı sahneler çok Zeyna, çok Herkül'dü. Sanırım ağlayacağım blog. 
'The Desolation of Smaug' 'The Hobbit' serisinin en esaslı filmi olarak tarihe geçmiştir benim için. Oysa Yüzüklerin Efendisi söz konusu olunca, hiçbir filmi ayırt edemezdim ben.
Allah cezanı vermesin Peter.
Müzikler şahane tabii ki.
B.




8 Temmuz 2015 Çarşamba

Warm Bodies

Isaac Marion'ın aynı isimli romanından uyarlanan Warm Bodies filminin yönetmen koltuğunda Jonathan Levine oturuyor. Başrollerini Nicholas Hoult, Teresa Palmer ve John Malkovich paylaştığı filmin konusu zombili aşk.

Ama bildiğimiz bir zombilerden bahsetmiyoruz. Bizim zombimiz önceki yaşamından bir şeyler hatırlamaya çalışan bir iç sese sahip -ki bu iç ses gayet eğlenceli, isminin R ile başladığını hatırlayan bu yüzden kendine R diyen Nicholas Hoult tarafından canlandırılan bir karakter. Burada bir de aşk olmazsa olmaz bilirsiniz, Julie adında bir insanımız var ve kendisi Teresa Palmer tarafından canlandırılmış. Buradan Romeo ve Juliete selam çakıldığını da görebiliyoruz.
Zombimiz R günlük rutini içinde yemek savaşı verirken, Julie’ye rastlar ve onu koruma ihtiyacı hisseder. Olaylar ikilinin bir uçakta yalnız kalmasıyla sonuçlanır. R, Julie’nin hareketlerine tepki vermeye başlar (ne tepkiler ama french kiss yapan zombi?!), olaylar gelişir ve R içindeki insanın varlığını hatırlar.  Neticede warm bodies demişler :)
Film gayet eğlenceli hatta bazı sahneleri tekrar izlemek istiyorsunuz. Çok kasmadan da gayet komik, akıcı, harika müzikleri olan, iki taş gibi insanın canlandırdığı, efektleri güzel film yapıldığını görüyoruz.
Beğenmeme sebebiniz beklentileriniz olabilir. Bu filme ön yargısız başlayın çok eğleneceksiniz.
D.

7 Temmuz 2015 Salı

Candy

Luke Davies'in romanından uyarlanan 2006 yapımı Candy filmi, Neil Armfield tarafından senaryolaştırılarak yönetilmiş.
Kim Heath Ledger sevmez ki? Ben mi haşa.. Kim Abbie Cornish sevmez ki demeyeceğim, zira filmin kadrosundaki isimlere bakmadığım sürece kadını tanıyamıyorum. Çok ayıp ediyorum, çünkü bu performansı unutmak insanlık suçu :P
Filmimiz iki tutkulu genç aşığın hikayesini anlatmakta; kızımız yani Abbie Cornish’in canlandırdığı Candy, filme de adını veren yetenekli bir resim öğrencisi, çocuğumuz da (çocuk mu?) Heath Ledger tarafından canlandırılan pek bohem takılan çook cool herif diyeceğiniz Dan, bir kokainman. Körle yatan şaşı kalkar, e bunlar da çok sevişken, doğal olarak beklenen olur ve kızımız da uyuşturucuya başlar... Birbirleri arasındaki çekimi ve uyuşturucuyla beraber bunun alacağı şekli, uyuşturucuya ulaşabilmek için sarf ettikleri çabayı ve bu yolda başlarından geçen olaylarla birlikte tüm duyguları size hakkıyla aktaran bir film karşınızdaki.
Film cennet-dünya-cehennem olarak adlandırılan üç bölümden oluşmakta. Dan yaşadıkları dünya ve cehennem bölümlerinde bir şekilde kendi yolunu bulurken -ki bu ezelden kokainman olduğundan olabilir, kızımız Candy yaşadıklarını atlatamamakta ve gittikçe batmaktadır (batmasaydı olmazdı a dostum, spoiler vermiyorum). Film daha çok uyuşturucuya olan bağımlıklarını anlatıyor gibi dursa da, filme eşlik eden çok büyük bir aşk ve tutku var. En büyük kopma anlarında bile size bunları aktarabiliyor. Sevgililiğin en tatlı günlerinden tutun, birbirlerine bir saniye katlanamadıkları anlar dahi çok orjinal fikirlerle desteklenmiş –bu fikirleri spoiler olmasın diye yazmıyoruz.
Kesinlikle size dumura uğratan olaylarla karşılaşacağınız, beklediğiniz sınırlarda kalmayan, içinizi ısıttığı gibi sizi sinir eden sahneleri de barındıran bir film bu. Eğer romantik bir film olsun, dram olsun oturup ağlayayım, kendimden geçeyim bu gençlere neler olmuş diyorsanız... Hala arada bir ağlamak için izliyorum desem :D
Filmimiz çok ünlü bir BAL sahnesi barındırmakta, bu yazıdan önce haberdar olduysanız dedikleri kadar var:)
Film aslında bir kitaptan uyarlanmış. Kitabı yazan abimiz de bir eroinman ve kitapta, hayatındaki kadınlarla yaşadığı olayları tek bir kadında -Candy üstünde anlatarak bize güzel bir filmin yolunu açmış, kitabını okumadım ama filmi yeterliydi benim için.
Filmin altı ödülü bulunmakta.
İyi seyirler diliyorum, ağlayın.
D.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Ricky


İzlediğimize pişman olduğumuz filmler kuşağına hoş geldiniz! 
Ricky bunlardan bir tanesi ve başrollerinde Alexandra Lamy ve Sergi Lopez'in olduğu, yönetmenliğini François Ozon'un üstlendiği 2009 yapımı bir Fransız filmi. Filmimiz komedi drama olarak nitelendiriliyor, ama bunlardan  bir öge bile barındırmaması şahane. 
Gerçekten. 
Belki de ben algılarımı kapamışım izlerken. Katie, Paco ve Lisa küçük bir ailedir; Katie ve Paco sıradan bir çifttir ve fakat büyük (hangi aşk allasen?)  aşklarının mucizevi bir meyvesi olarak Ricky dünyaya gelir. Ve aile bu mucize ile basa çıkamaz. Bebeğimiz yürümeden uçuyor ve minik kanatlarıyla o avm senin, o ev benim dolanıyor. Olay da bundan ibaret zaten. Ben de kendimce onlara bir soundtrack onerisinde bulunuyorum: uuuc uuuc riickyy annen sana bir pabuc alaaaacaaaakkkk! 
D.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

The Secret of Kells

Yönetmenliğini ve senaristliğini Tomm Moore'un üstlendiği başka bir çizgi film olan The Secret of Kells, barbarlardan korunmak için sürekli duvar ören bir halkın arasında yaşayan küçük bir çocuğun -Brendan- dışarı çıkma, maceraya atılma isteğini konu alıyor. Kitap yazıp çizen bilge bir adam gelince Brendan'ın da hayatı değişiyor. Song of the Sea'den daha önce çekilmiş olmasına rağmen ben ilk Song of the Sea'yi izlemiştim. Açıkçası onu daha çok beğendiğimi de söyleyeyim. Çünkü burada ne anlattılarsa yarım bırakmışlar. Mesela bir Aisling vardı, o ne oldu, ne güzel insandan kurda dönüşürdü, Brendan'a rehberlik etmişti falan. Hikayede çok bir yeri olmaması gerekiyordu belki ama ayağı da birden kesildi gibi geldi bana. Ama ben yine de çizimler ve renkleri ön planda tutup, hikayeye çok önem vermemiştim izleyeceğim filmi seçerken. Hikayesi güzeldi de zaten, sadece ucu açık kalan çok fazla şey vardı. Bir de çok hızlı bitti, hani bazı filmler vardır uzatmamaları gerektiği halde sündürür bizi de süründürür, hah keşke bu filmde uzatsaymış, eminim sürünmezdik, diye düşünüverdim. 
Ha, müzikler yine şahaneydi orası ayrı. Bayılıyorum bu filmlerde kullanılan müziklere...
B.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Wristcutters: A Love Story

Başrollerini Patrick Fugit, Shannyn Sossamon, Shea Whigham'ın paylaştığı, yönetmenliğini Goran Dukic'in üstlendiği film 2006 yapımı bir fantastik komedi-dram. Soundtrack albümünde Tom Waits (kendisi filmde de yer almakta) ve Gogol Bordello yer alıyor.
En  sevdiğim filmlerden birini sizinle paylaşmak istedim bugün. Bu film öyle yeni bir film değil, biliyorum ama her izlediğimde yeniden izlemişim gibi mutlu oluyorum, öylesine sevimli, şirin ayrıntılarla dolu, şeker bir film. Evet, adı Wristcutters, ama siz buna bakmayın, dediğim gibi tatlı bir film. Bunu diyen tek kişi de ben değilim zaten, üç izleyenden ikisinin böyle diyeceğinden neredeyse eminim. Tam bir aşk hikayesi ama kendilerince işlemişler konuyu, böyle olunca fikri de marjinal olmuş, senaryosu da. 
Bu kadar sevdiğim filmin konusu ne mi? İntihar eden kişilerin öldükten sonra gittikleri bir yerde yaşamlarına devam etmelerini ve başlarından geçenleri anlatıyor filmimiz. Bu dünyada aynı bizim dünyamız gibi, sadece biraz daha boş biraz daha karanlık. Diyaloglar, detaylar hepsi güzel izlerken yüzünüzden tebessüm eksik olmayacak ve film bittiğinde bile devam edecek aslında. Bu filmi, güzel yapan detayları yazmadan, yani spoiler vermeden anlatmak pek mümkün değil. O yüzden kısa kesiyorum. İzleyin efendim :)                                  
Bu arada filmde bulunan black hole muhabbetini de unutmayacağım; hala arabada yere bir şey düştüğünde, acaba, diyorum kendi kendime :). Filmi izlerken bunu hatırlayın lütfen.
O kadar laf söyledim, filmin müziklerinin ne kadar hoş olduğundan bahsetmemişim.
Buyrunuz.
D.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Song of the Sea


Şirin filmler kuşağına hoş geldiniz.
Yönetmenliğini Tomm Moore'nin yaptığı Song of the Sea fok balığına dönüşebilen Saoirse'nin, abisiyle birlikte kendi dünyasını kurtarma çabasını anlatıyor. Annelerini Saoirse'nin doğumunda kaybeden Ben, kız kardeşine karşı öfkeli ancak küçük kızda bir haller olduğunu fark ediyor. Yaşadıkları Ben'in kız kardeşine bağlanmasını sağlıyor.
İzlemek için gözü yormadan akıp gidecek, keyifli ve şirin bir film arıyorsanız, çizgi film olsun ama Allah aşkına Walt Disney, Dreamworks falan olmasın diyorsanız Song of the Sea tam size göre. Özellikle böyle çizimleri çok seven biri olarak izleme sebebim aslında renkler ve çizimlerdi. Eğer Cartoon Network'te denk geldiyseniz biraz Foster's Home for Imaginary Parents'ı andırıyor (arada çizgi dizi önerisi de yapılır). Çizimlerinden sonra benim için bir güzel yanı da müziklerdi -bu da Kelt müziği sevenler için gelsin.
E, müzikti çizimdi, senaryodan ne haber? İrlanda efsaneleri masalsı bir dille anlatılmış. Mitoloji seviyorsanız şayet, bu film bir harika dostum. Kısa da bir bilgi olsun İrlanda ve İskoç kültüründe Selkie, fok halkı olarak geçermiş. Geceleri kıyıya yanaşarak güzel bir kadına ya da yakışıklı bir adama dönüşürlermiş. Evlenmek isterlerse de eşleri derilerini sakladığı sürece evlenebilirlermiş. Derilerini giydiklerini anda da fok balığına dönüşürlermiş. Filmin hikayesi de buradan geliyor.
Yazımı burada bitiriyorum ve sizi filmin güzel bir müziğiyle baş başa bırakıyorum.
İyi seyirler.
B.