23 Ekim 2015 Cuma

Omoide no Mâni/When Marnie Was There

Marnie Oradayken
2014 yapımı, Joan G. Robinson'un aynı adlı kitabından uyarlanan animemiz, Anna kızımızın astımından ötürü havadar bir köye giderek iyileşmesini ve gizemli bir arkadaş edinmesini anlatıyor. Astım dedim, ama Anna'nın tek derdi tribal enfeksiyon, keşke doktora gideceklerine bana gelselermiş. Neymiş efendim, ben evlatlığım, ailem bana bakabilmek için devletten yardım alıyor, niye alıyorlar? Ya ne olacaktı, astım kolay mı, üstüne bunun okulu var, defteri var, kitabı var, kıyafeti var, harçlığı var, çocuk bakmak kolay mı Anna, pffft? Gerekli gereksiz strese girmeyiver o zaman! Bir de bu üvey annesine teyze demiyor mu, teyze ne kızım ya, başka hitap şekli mi yoktu?
Yuh, nasıl sinir yapmışım.
Oysa bayağı da sevdim animeyi, yanlış anlamayın. Anna da ergen işte, ne yapsın. Özellikle Anna'nın sürekli çizim yapması, kalemini açtığı sahneler çok hoşuma gitti. İyileşmek için gittiği köye de, kaldığı eve de bayıldım! 
Anna da hep ergen kalmıyor, edindiği gizemli arkadaşı sayesinde kendisini evlat edinen kişileri anlamayı öğreniyor. Sonra bu gizemli Marnie...
Spoiler vermeyeceğim, ama zaten filmin ortasında anlarsınız Marnie kimmiş, neyin nesiymiş? Hanım kızımızın biraz acıklı bir hikayesi var, kıyamam.
Bir de itiraf edeyim, ben animeyi izlemeden önce bunu bir aşk hikayesi sanmıştım, zira posterde Anna'yı erkek zannetmiştim, meğer durum bambaşkaymış. Bu da benim ayıbım olsun madem.
İşte böyle blog, bence gayet keyifli vakit geçirten bir animeydi.
(Studio Ghibli bu filmin, son animasyonları olacağını ilan etti bu arada :( Neden Ghibli; anime neydi, anime emekti :'(
Herkese iyi seyirler...
B.

22 Ekim 2015 Perşembe

50/50

Şansa Bak
Gelelim günümüzün popüler çocuğu, sevilesi adam Joseph Gordon Levitt’in baş rolünde oynayarak alıp götürdüğü, filmi film yaptığı bu komedi drama kategorisindeki 2011 yapımı 50/50'ye. Kadrosunda Seth Rogen ve Anna Kendrick’i de barındırmakta. Ki bu sevimsiz kadın bu filmde bir şekerleşmiş. Şaşırdınız değil mi?
Gerçek bir hikayeden esinlenerek oluşturulan senaryonun konusu, genç yaşta kanser teşhisi konulan Adam’ın başından geçenler. Bu haberi alışı, nasıl başa çıktığı, etrafındakilerin tepkileri derken film sizi içine çekiyor. Kendinizi onun yerine koyuyorsunuz. Bazen de etraftakiler mi kanser, o mu kanser diye düşünüyorsunuz. Zira onun kanseriyle başa çıkış tarzına, etraftakilerin uyum gösterebildiği söylenemez. Bolca duygu barından bu film ağır konusuna rağmen sizi güldürüyor ve sempati duyduğunuz Joseph Gordon’a biraz daha hayran kalmanızı sağlıyor. Ayrıca böyle bir konuda duygu sömürüsüne abanmadıkları için ayrıca tebrik ediyorum.
Keyifli bir filmi izlemenizi kesinlikle öneririm. Fakat ağlama tehlikesi olduğunu da söyleyeyim.
İyi seyirler...

Ayrıca 1 önceki postta bana laf sokan B.’ye gelsin, bu yorumda bir tiksinmişlik var mı? Özellikle seçtim filmi. Hadi itiraf et söylenmelerimi seviyorsun.
D.
Filmin trailerını bulamadım :(

20 Ekim 2015 Salı

Inside Out

Ters Yüz
Tatlı mı tatlı, güzel mi güzel, hem üzgün, hem mutlu, aynı zamanda agresif, biraz da korkmuş ve arada tiksinen bir filmle karşınızdayım canlar. Inside Out 2015 yapımı, Riley kızımızın kafasının içinde neler olup bittiğini anlatan bir Disney Pixar animasyonu. Neşe, Üzüntü, Öfke, Korku ve Tiksinti (ki kendisi aynı D.) Riley'nin beynindeki kontrol merkezini yöneten beş duygu. Riley kendi halinde mutlu bir çocukken ailesinin şehirden taşınmasıyla hayatı alt üst oluveriyor ve merkezde işler karışıyor. Ancak bu sayede Üzüntü'yü bir türlü kabullenemeyen Neşe, o olmazsa Riley'nin hayatının daha da kötü olabileceğini fark ediyor.
Filmin müzikleri çok güzel, bana Amelie'nin müziklerini hatırlattı çok hoşuma gitti. Ayrıca Rise of the Guardians'ın ışıltılı havası bunda da vardı, üstelik çok daha renkliydi. Bayağı hareketli bir animasyon yalnız, Neşe bir çaresini bulmazsa el kadar çocuk ha intihar etti, ha edecek, aman yollarda biri kaçıracak diye düşündüm sürekli. 
Duyguların işleniş biçimi ve birbirlerinin yerine geçememe fikirleri komedi unsurunu oluşturan en önemli ögeydi, özellikle Öfke'yi izlerken kendimden geçtim, bravo, severim öyle şapşal agresif karakterleri.
-Bu da D. Aman, yani Tiksinti diyecektim.
Beynin çalışma mekanizmasını animasyon dilinde anlatmışlar, pek de güzel olmuş, çok da eğlenceli olmuş, mis gibi bir animasyon olmuş. Baymax'te mesela, bak hala Baymax diyorum Big Hero 6 olacak, şirin ve komik unsur olarak Baymax'ten başka bir karaktere yoğunlaşmamaları biraz canımı sıkmıştı. Burada herkes şirin ve komik. Riley hariç... evinden taşındı da.
Herkeslere iyi seyirler dilerim.
B.

13 Ekim 2015 Salı

Terminator Genisys

İki günde izleyebildiğim başka bir filmle daha karşınızdayım. Hiç beklemezdim ama öyle oldu maalesef. Keşke aramızda para toplayıp bütçenizin üstüne katsaydık da, daha iyi bir senaryo ve castla karşımıza çıksaydınız.
Sert bir giriş yapmak istememiştim.
Lafa nereden başlasam, efendim? En iyisi konusundan gireyim de bilmeyen yoktur herhalde, robotlar dünyayı ele geçirecek tek çare John Connor, Sarah Connor'ı koruması için bir Guardian geçmişe yollanır, sonra da çiftleşsinler diye (ben demedim Arnold dedi) Kyle Reese de geri gider, hep birlikte Skynet'i yok etmek için yola çıkarlar. Filmin oyuncu kadrosunda Emilia Clarke, Jai Courtney, pek tabii Arnold Şıvartzeneger (evet), Jason Clarke bulunmakta.
Filmin ilk falsosuyla başlayayım mı?
Yıllar yılı John Connor'ı oynayan şu delikanlılara bir göz atalım:



Ve şimdi de Genisys'de oynayan yağız delikanlıyı görelim:
Bu adam.
Bu.
Bu.
Neyse...
Geliyorum Emilia Clarke'a.
Arkadaş sen bayağı rol yapamıyormuşsun ya. Yazıklar olsun, Khaleesi dedik bağrımıza bastık. Şirin gibi gelmesi gereken sahneler tamam, ne de olsa şirin bir kadın, fakat bir insanın üzerine bir rol hiç mi oturmaz, ne karizmatik olabiliyor, ne sinirlenebiliyor, ne aksiyon sahnelerinin hakkını verebiliyor, espri bile yapamıyor yahu, öyle de bir oyunculuk. Vay arkadaş. Ayrıca fiziksel olarak da ne bileyim, Sarah Connor dediğin seksi olacak be.
Arnold Şıvartzeneger çok tatlıydı, yaşlı ama işe yaramaz değil. Şapşal :)
Şimdi, Skynet demiş ki, ne yaptımsa olmadı geçmişte, ben şu Sarah Connor'ı öldüreyim bu sefer. Pffft. Hikaye burada, senaryo nerede? Sırf aksiyon başka da bir halt yok, izlerken içi geçiyor insanın. Romantizm de yok, Sarah ve Kyle çiftleşecek (Arnold dedi ki) insan bir bayık bakış dahi mi göstermez, üzülüyorum bazen. Jai Courtney beceriksiz partneri karşısında elinden geleni yapmaya çalışıyor, ama yemiyor ya kusura bakma Jai. Bir de ben sizin yerinizde olsam Skynet'i canlandıran Matt Smith'e daha fazla yer verirdim, lakin ben sizin yerinizde değildim. 
Yok ya...
Beğenmedim.
İzleyeceklere iyi seyirler tabii.
B.


11 Ekim 2015 Pazar

The Skeleton Twins

İskelet İkizler
Şimdi ben bu filmi izledim. Niye izledim, nasıl izledim? Açıkçası uyumaya ihtiyacım vardı ve posteri bende hem sakin (mavi mavi bir poster zira), hem de mühim bir film olduğu izlenimini uyandırdı. Posterde bir sürü yazı olunca filme mühim damgası yapıştırdım, evet :)
Filmin baş rollerinde Kristen Wiig ve Bill Hader bulunuyor. Milo ve Maggie babalarının intiharından sonra birbirlerinden kopmuş, on senedir görüşmeyen ikiz kardeşlerdir. Milo'nun intihara teşebbüs etmesiyle yeniden bir araya gelirler, bu arada Milo'nun intiharı Maggie'nin intihar etmesini engeller. İkisinin de bir sürü sorunu vardır. On senedir görüşmeyen ikizler bağlarını kuvvetlendirmeye çalışırlar. Klasik... 
O kadar mühim bir film değil, onu hemen belirteyim. Ama kafa yormadan vakit geçirmemi sağlayan sade bir filmdi, o yüzden beğendim, yani uykumun gelmesini istiyordum ve görevini yerine getirdi sağ olsun. Oyuncular öyle ahım şahım değil, her defasında ABC Family'de komedi ve dram türünde bir dizinin klasik oyuncularını hatırlattılar, ancak iki oyuncunun da beni heyecanlandırıp, zirve yaptığı sahneler yok değildi hani. 22 günde çekilen bir filmden daha ne bekleyeceğim? Buna da şükür...
Filmde en beğendiğim sahneyi de söylemezsem çatlarım. Maggie, Milo'yu kendi evine götürdüğünde evin ilk gözüktüğü sahne. O nasıl şahane, nasıl güzel bir evdir, kıskanayım mı, napayım? Evde bayağı gözüm kaldı :(
B.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Old Boy

İhtiyar Delikanlı
Yazım spoiler içerebilir, kusuruma bakmayın ama öldürmez :)
Old Boy 2003 yapımı Kore'den çıkma bir film. Hollywood yeniden çekmeye çalıştı ancak başarılı olabildikleri pek söylenemez, zira filmdeki hissi baş rolde oynayan Min-sik Choi amcadan başka kimse veremez gibi geliyor bana (baş role seçtikleri Jason Statham'dan bozma adamdan bahsetmiyorum dahi).
Filmde kaçırılıp 15 yıl tutsak edilen bir adamımız var -Dae-su Oh (Min-sik Choi). Serbest bırakılıyor ve kendisini kimin kaçırdığını bulması lazım. Başları biraz sıkıcı olabilir, aman diyeyim bırakmayın filmi. Ben kuzenimin bilmiş bilmiş, ya izle bak görürsün ne olacak, yorumları eşliğinde izledim ve bitirdiğimde 6. Hissi izlerken şaşırmadığım kadar şaşırdım. Üstüne iğrendim, tırstım, noluyoruz ya falan oldum inanamadım, karman çorman duygular yaşadım bir süre, baskın bir şekilde rahatsız oldum. Spoiler verebilirim demiştim, bu kadar çok şey hissetmemin sebebi kesinlikle bir insanın intikam alma hayallerinin ne kadar ileri gidebileceğini, küçücük aklımla düşünemeyişimdendir. Yani zamanında TRT'nin zırt pırt yayınladığı Monte Kristo Kontu'ydu, Kill Bill'di falan bi gidin allasen, dedirtti bana -ha bu iki filmi de sevmediğimi göstermez tabii (tamam tamam, Monte Kristo Kontu bana hep yeşilçamımızın Türkan Şoray'lı Kadir İnanır'lı filmlerini hatırlattığından pek beğenmiyorum).
Oyuncluğa gelecek olursak, arkadaş o nasıl bir yalnızlık, o nasıl bir depresifliktir -ha cinsellik içeren sahnelerden iğrenmedim değil, o yaşta bir adamı o şekilde görmek istememiştim napayım, hele de kendinden yaşça bayağı küçük bir kadınla beraber olurken.
Böyle de bir film ey ahali.
Ben izlerken bu kadar ruh hastası bir film çıkacağını tahmin etmemiş, sonunda rahatsız olduğumla kalmıştım -pişman değilim o ayrı. Siz şayet aman keyfimiz kaçmasın diyorsanız başka bir filme atlayın, ama bana bir şey olmaz, bunu da izlerim-cilerdenseniz iyi seyirler.
B.

5 Ekim 2015 Pazartesi

The Martian

Marslı
Başrolünde Matt Damon'ın olduğu Marslı, Sean Bean, Jessica Chastain, Jeff Daniels, Chiwetel Ejiofor gibi Matt Damon'dan daha ilgi çekici bir sürü isim barındırıyor. Bu isimlerin çoğunu dizilerden tanısak da film geçmişleri çok iyi olduğundan göze batmamışlar.
Kitaptan uyarlama filmimizin konusuna gelecek olursak; NASA Mars'a bir araştırma ekibi yolluyor, işlerin ters gitmesi sonucu Mark (Matt Damon) Mars'ta mahsur kalıyor. Anlayacağınız film bir hayatta kalma hikayesi.
Artık filme 3D gözlükler yüzünden vermiş olduğumuz 35 lira bize koyduğundan mıdır bilinmez biz bu filmi pek bir sevdik. Siz siz olun gözlüklerinizi yanınıza almayı unutmayın. Şaka bir yana, filmi Matt'e rağmen beğendik, ama bunun en büyük sebebi adamın Matt Damon'a benzememesiydi. Üstünde ayrı bir sempatiklik vardı.
Diğer sıradan Amerikan filmleri gibi NASA'nın sadece 3 elemandan oluşmadığını bize gösterdiği için de ayrıca müteşekkiriz. Kadrosunun geniş olması hoşumuza gitti. O kadar vasıflı oyuncu yan roldeydi.
Filmde duygu sömürüsünden boğulmadık. Çok fazla propagandaya da rastlamadık. Hatta yer yer baştakileri güzelce Matt'in eleştirmesiyle (sövmesiyle) eğlendirdi de. Kahramanlık filmi olmasına rağmen, Matt tek başına halletmedi de herkesin yardımıyla başarıldı bu da inandırıcılığı güçlendirmiş.
Müzikler olaysızdı bunun sebebi de kitaba birebir kalmış olmaları, bu da takdir edilesi. Ayrıca filmi izlerken bir yandan çocukluğunuzdan belki gençliğinizden hatırladığınız şarkıların sizi bir sevindirik yapması ihtimali çok yüksek, zira biz sinemadan çıkarken I will survive eşliğinde oynayarak çıktık.
Ayrıca kıtlıkla boğuşan insanın zayıflamasından normal bir şey olamaz. Fakat sırf bunu gösterebilmek adına, Matt'in yerine arkadan kemikli kalçalı bir insanın 3 saniyelik görüntüsünü duş sonrası verip, ardından tekrar Matt'in o astronot kıyafetini sexy ass'iyle doldurması hiç olmamış. Madem öyle hiç koyma.
Lafın kısası biz filmi beğendik, kendisi de şimdilik ımdb top 250'ye kurulmuş gözüküyor.
Ödül vaktinde göreceğiz. İyi seyirler.
B. & D.


2 Ekim 2015 Cuma

The Guitar

All my tomorrows are yesterday.
2008 yapımı filmimizin baş rollerinde diye cümleye girmek isterdim (Saffron Burrows oynuyor bu arada) fakat bu küçücük kadrolu küçücük mekanda küçücük senaryoyla çekilmiş bir film. Küçük senaryo nasıl olur demeyin yapmışlar olmuş.
Baş roldeki hanım kızımız hayatın sillesini uzun uzadıya yemiyor da bir anda osmanlı tokatıyla noktayı koyuyor. Hastalığa yakalanıp işten atılıp bir de sevgilisi tarafından aynı anda terk edilen Melody’e iki aylık ömür biçiliyor. Bu nedir arkadaş, deyip o iki ayı hakkettiği güzellikte yaşamaya karar veriyor ve yapamadığı şeyleri yapmaya olabildiğince mutlu olmaya kendiyle baş başa kalmaya çalışıyor ve tüm sorumluluklarını arkada bırakıp kendine bir hayat seçiyor ve olaylarımız gelişiyor.

Bu film yarının yokmuş gibi yaşayacak olsan neler yaparsın sorusuna cevap veren bir film. Zira adından da anlayabileceğiniz gibi müziği, gitarı seçen bir film. Sakin, huzurlu, yormayan, temposu hızlı olmayan hiç hızlanmadığı için yavaşlamayan o kadar kendi halinde olan bir film ki eleştiremiyorsunuz bile  (şu an içime oturdu). Verdiği mesajı, insanları bildiği fakat yaşamakta zorlandığı bir felsefeyi gözünüze sokan (mesaj kaygısı diyebiliriz buna) bir yapım (lafı soktum kapatıyorum.) 
Hepinize iyi seyirler...
D.
Filmin fragmanını bulamadım :(